1981 yılı, Ocak ayı… Rüzgarın ilikleri dondurarak estiği, ama kardan eser olmayan kasvetli yıllardan biri… Ama hava sadece Doğanın işi değil, kasvetin başka bir sebebi var. Her gün bulanık, her gün karanlık.
BU karakterler (gizemli Era ve Harpy dışında) ve mekanlardan hiçbiri bana ait değil, maalesef J.K. Rowling, önünde saygıyla eğiliyoruz ;)
Lütfen okuduktan sonra yorum yapın. Şimdiden teşekkürler ) Yazmaya devam etmeli miyim? Yoksa bunu silip yeni bir hikaye mi koyayım? Size kalmış
KARANLIĞIN BEKÇİSİ KİM?
Karanlığın içinde ayak sesleri yankılanıyordu. Hava buz gibi soğuktu, ama ne rüzgar ne de yağmur vardı. Ayak sesleri yavaşça bir köşeyi döndü, parlak, gümüş ay, onu örten binaların arasından sıyrıldı. Burası bir rıhtımdı, denizin tam üzerinde parlayan ayın da doğruladığı gibi. Rüzgar yoktu, ama her köşeye bariz bir deniz kokusu sinmişti. Uzun bir siluetti ayak seslerini çıkaran. Etrafındaki dekora uymak isteyen bir aktör gibi simsiyah giyinmişti, büyük bir şapka suratını gölgeler içinde bırakıyordu. Ayak sesleri güçlü ama sessizdi, her adımı planlı gibiydi.
Birden ayak sesleri kesildi, rıhtımın demir kapısının önünde durmuştu. Siluet paltosunun içinde bir şeyler yaptı, kapı hiç gıcırdamadan açıldı. Siluet içeri kaydı, ve denizin yanındaki merdivenlere yöneldi. Bir zamanlar belli ki dalgaların yıkadığı bir yerdi burası, ama deniz uzun yıllardan beri uğramamıştı buraya. Ayın ışığı buraya yansımıyordu, merdivenler birbirlerinin üstüne gelecek şekilde, daire şeklinde dizilmişlerdi, biri diğerinin gölgesinde kalıyordu.
Siluet, hafifçe yosunlanmış (yosunu üzerinde kurumuş), demir tırabzana tutunarak merdivenleri indi. Merdivenlerin bittiği yerde demir, simsiyah, dümdüz bir kapı vardı, duvarla o denli bütünleşmişti ki ancak dibine geldiğinde seçilebiliyordu. Siluet elini kaldırıp kapıyı üç kere çaldı, ne eksik ne fazla.
Kapı çok geçmeden açıldı. "Gel." Dedi bir ses, ve siluet içeri adım atınca, bir an için sesin sahibesini gördü. Bol, koyu yeşil bir elbise giymiş, uzun bir kadındı, siyah saçları dümdüz, omuzlarından aşağı uzanıyordu. Çirkin değildi, ama ona güzel demek çirkin demekten kolay değildi. Tek hoş yeri, gözleriydi, içinde mavi hareler olan gri gözleri.
İçerisi (mümkünse tabi) dışarıdan daha karanlıktı, ama kadın "Bir süreliğine yanan bir ateş var. İçeriye gidelim." Dedi, ve duyulmayan adımlarla yürümeye başladı. Burası nasıl bir yerdi, hiç görülmüyordu, ama sürekli ısı azalıyordu, siluet de aşağıya indiklerini tahmin ediyordu. Bir süre sonra kadın bir kapıyı açtı. Girdikleri oda, geçtiklerinden alabildiğine farklıydı, sıcak ve aydınlıktı. Artık siluet, kara bir leke olmaktan sıkılmış gibiydi, şapksını uzanıp onu çıkardı.
20 yaşlarında genç bir adamdı, ve olunabilecek en üst düzeyde yakışıklıydı. Kıyafetleri kadar siyah saçları yüzüne dökülüyordu, şapkasını eline aldı. "Neredeyse sen olduğunu anlayamayacaktım." Dedi kadın, hafifçe gülümseyerek. "Ama, siyah bana bir ipucu verdi." Adam onun gülümsemesine karşılık verdi, şimdi içinde durdukları odaya baktı, aslında burası bir oda değil, bir hol gibiydi, ortasındaki devasa meşalede hafif bir ateş yanıyordu, odanın duvarları ise, başka kapılardan oluşmuştu.
"Bu işi çabucak bitirelim, olur mu Era?" dedi rahatsızca kadına bakarak. Kadın gülümsedi, kafasını salladı. "Ah, burayı sevmediğini biliyorum Sirius Black. Ama ne var ki, bazı güçler dışarı çıkmamı yasaklıyor." Beyaz, kemikli elini kapılara doğrulttu. Sirius Black onu duymamış gibi yaptı, yakışıklı yüzünü Era'nın gözlerinden uzağa çevirdi. "Voldemort neler planlıyor Era?" Era ona cevap vermedi, holün içinde yürümeye başladı.
"Eh, Sirius Black…Lordum, sizin Yoldaşlığınıza kafasını takmış durumda." Sirius hala olduğu yerde dururken, o holü adımlamaya devam etti. "Nasıl yani? Ne planlıyor?" diye sordu Sirius, şapkasını çevirerek. "Tehlikedesiniz Sirius Black, Zümrüdüanka Yoldaşlığı tehlikede. Albus Dumbledore'a bunu söyle. Aranızda bir hain var. " "Hain…biliyordum!" diye mırıldandı Sirius, yumruğunu sıkarak. "Kim?" dedi sonra. "Bunu söyleyemeyeceğimi biliyorsun sevgili Sirius. Bazı sırlar dışarı çıkarsa…" Elini boğazını kesermiş gibi yatay bir şekilde tuttu. "… sadece ikimiz için de iyi olmaz diyelim." "Söylemelisin!" dedi Sirius. Era başını ona çevirdi. "Bir söz verdim. Karanlık Lord, beni koruyor. Bu Bakanlık'ın yapmadığı bir şey. Beni ve ruhlarımı göndermek istiyorlar." "Yoldaşlığın Bakanlıkla ilgisi yok, bunu sen de gayet iyi biliyorsun!" Era hafifçe sırıttı. "Üzgünüm, sahip olduğum her şeyi bir kenara atamam. Bu sır dışarı çıkarsa, hem sen hem ben öleceğiz, hem de yoldaşlık zarar görecek. Bunu hiç istemem."
Ünlü Sirius Black daha fazla zorlayamazdı. Aslında ünlü Sirius Black, o anda, orada, o durumda bulunmaktan son derece hoşnutsuzdu. Siyah şapkasını elleri arasında çevirdi, sonra biraz öfkesi dinmiş bir sesle "Bu kadar mı?" diye sordu. Era, az önce ona arkasını dönmüş yürüyordu, birden durdu. Hala arkası dönük bir şekilde bir süre hareket etmedi, sessizlik her yandan, yapışkan bir canavar gibi odaya süzülüyor, boydan boya odayı kaplıyordu, ateşin davetkar çıtırtıları bile duyulmuyordu etrafta, çünkü bir şey, o kapıların arkasındaki bir şey, zaten zayıf olan ateşi git gide söndürüyor, öldürüyordu.
"Bu kadar" dedi Era, neden sonra sert bir sesle. "İksiri ver ve git." Sesi asla kaba değildi, ama dışarıdaki havadan bile soğuktu. Sirius elini cebine soktu, camdan, küçük bir şişe çıkardı, içinde berrak, orada bile parlayan bir iksir vardı. Era'nın ona doğru dönmesini beklemeden, hızlı hızlı yürüyüp kadının elini tutuşturdu şişeyi, sonra da arkasını dönerek uzaklaşmaya başladı. Tam kapıyı kapatıyordu ki, bir ses duydu, kadının kendi kendine mi, yoksa ona mı konuştuğu belli değildi. "Yeminler bozulamaz…"
Ve onca soğuğa rağmen irkilmeyen Sirius Black, birden her yanını kaplayan güçlü bir ürpertiyle titredi, kapıyı çekti ve karanlığın içinde yürümeye başladı. Eğer kendisi de, içinden geçtiği odalar kadar karanlık olmasaydı, belki biri onun elini saçlarının arasına götürdüğünü ve eli bir şeye değince yüzündeki ifadenin korkuyla değiştiğini görebilirdi. Ama Sirius Black, adı gibi karanlıktı, adı gibi ciddiydi, ve hayatla ilgili pek çok şeyi bilmese de, yüzünün gizleyemediklerini, şapkasının gizleyebileceğini biliyordu.
