Harry Potter Cafe Notu: Bu hikaye "Promises Remembered" adıyla, Amerikalı yetenekli yazar "Robin4" ve birkaç arkadaşı tarafından yazılmıştır. Hikayeyi Türkçe'ye çevirmek için gerekli olan tüm izinler alınmıştır. Çeviri, ekip olarak tamamlanmıştır. Harry Potter Cafe'den çevirenleri görebilirsiniz. Unbroken Universe Serisi'nin 2. Kitabıdır.
Birinci Bölüm: Bedel
"Hayır!" diye haykırdı Lily, içgüdüsel olarak ileriye doğru koşarken. Dumbledore ölmüş olamazdı. Voldemort'a karşı verdikleri savaşın sembolü ve ikonu ölmüş olamazdı. Öldüren Lanet bile Albus Dumbledore'u katledemezdi. Mümkün değildi. Gitmiş olamazdı. Eğer ona erişebilirse her şey yoluna girecekti.
"Hayır, Lily!" Güçlü kollar aniden onu arkasından yakaladı ve geriye doğru sürükledi. Ölüm Yiyenler ileriye doğru dalgalanıyordu ve gülümseyen bir Voldemort da onlara doğru yürüyordu, kırmızı gözleri güç ve memnuniyetle parlıyordu. Buna rağmen Lily umutsuzca, eski hocasının yanına ulaşmak için uğraştı; ama Sirius Black onu yerden kaldırdı ve vücudunu kullanarak onu girişe doğru sürükledi. "Kapılar, Hestia!"
Jones büyüyü anında fırlattı ve mermer duvar son bir çarpmayla kendisini mühürledi. Giriş çok hızlı kapandı; büyüler bariyere çarparken geçiş yolu sallandı, sarsıldı ve Sirius onu arkaya doğru sürüklemeye devam etti. Seherbazlar da koşuyordu ve Lily daha önceden beş kişi bulunmasına rağmen şu anda sadece iki kişi olduklarını uzaktan fark etti. Sirius yalnız gelmiş olmalıydı ama şu anda bunu önemseyemezdi. Lily umutsuzca bir kez daha kurtulmayı denedi.
"Geri dönmek zorundayız" diye yalvardı Lily. "Onu bırakamayız! "
"O öldü Lily," dedi Sirius sakince. "Daha fazla yapabileceğimiz bir şey yok-"
"Hayır!- Yapmalıyız ki- ki-"
"Kendine gel Lily! Tüm bölge dağılmadan buradan çıkmamız gerekiyor." Sirius durdu ve onun gözlerinin içine baktı. Yüzünün her zerresi Lily'nin kendisi için hayal ettiği kadar soluktu; ancak sesi hala sertti. "Mecbur kalırsam seni taşırım; ama koşarsan çok daha hızlı oluruz."
Albus... Acı gözyaşları arkadaşı için birikti ama Lily gözlerini kırpıştırarak onları içine attı. Gerçeklik araya girdi. Zaman yoktu ve Sirius haklıydı. Tepelerindeki çatı sallanmaya başlayınca ürperten bir nefes salıverdi. "Haydi gidelim. "
Sadece çok az kişi bu kelimelerin ona neye mal olduğunu anlayabilirdi.
Sandalyeler, Profesör Snape ve Profesör Fletcher müdürün yanına doğru giderken havada uçuşuyordu, bu esnada neredeyse müdür masasını baş aşağı etmişti. Lupin yerde sırtüstü yatıyordu, hafifçe seğiriyordu ve açıklanamaz bir şekilde titriyordu. Büyük salondaki şaşkın öğrenciler sürekli çığlık atmaya devam ediyor, vahşi tehlikeler için etrafa bakınıyorlardı - ancak hiçbir tehlike yoktu ve eğer olsaydı bile Harry asla fark edemezdi. Büyürken amcası olarak benimsediği adamın yanına doğru koşturmakla çok meşguldü. Madam Pomfrey de aceleyle müdüre doğru gidiyordu; Snape ve Fletcher şimdi Remus'un vücudunun sarsılmaması için onu yerde tutmaya çabalıyorlardı.
Harry kürsüye ulaştı ve onun üstüne zıpladı; ama Dumbledore için yaptığı başka bir görevden henüz dönmüş olan Hagrid onun kolunu yakaladı. Harry çılgınca kurtulmaya çalıştı; ama yarı dev çok güçlüydü ve onu kolayca tutmaya devam etti
"Gitmeme izin ver!"
Müdürün etrafındaki profesör kalabalığı iki katına çıkmıştı ve Hagrid cevap vermeden önce onlara bir göz attı. "Bunu yapmana izin veremem, Harry. Geride kalman gerekiyor şimdi. Neler olduğunu bilmiyoruz-"
"Umrumda değil!" diye sözünü kesti hemen Harry. "Gitmem lazım-" Hagrid'in diğer eli onun omzunu sıkıştırdı, bu onun tüm kaçma şansını yok etmişti.
"Profesör Lupin zarar görmeni istemiyor," diye cevapladı bekçi sertçe. "Burada kalıp seyredebilirsin; ama daha fazla yaklaşmak yok."
Harry karşı çıkmamaya karar vermenin siniriyle içini çekti. Hagrid'le tartışmak bir at adamı sürmeye çalışmak gibiydi. Kısacası işe yaramıyordu.
Tedirgin bir şekilde Snape'in, Fletcher'ın ve Pomfrey'nin Remus'un üzerine eğilmelerini ve onu uyandırmak için her türlü büyüyü denemelerini izledi. Okul müdürü hareketsizdi şimdi; ama bunun nedeni isabetli bir Beden Bağlama Büyüsü müydü yoksa başka bir şey miydi, Harry bunu söyleyemiyordu. Ancak Remus, Büyük Salonun parlak ışıkları altında her zamankinden daha solgun görünüyordu ve Harry müdürün kapalı göz kapaklarının altında bir şeylerin titreştiğini gördüğünü sandı. Hemşire ve iki profesör onun kulak misafiri olamayacağı kadar sessizce konuşuyorlardı; fakat üçünün de yüzünde bulunan endişeli bakışın bu kadar kısa mesafeden kaçırılması imkânsızdı.
Bu arada, Profesör Flitwick diğer öğrencileri salondan dışarıya topluyordu. Birçoğu tereddüt etti, dışarı çıkarken endişeli bir şekilde Remus'a doğru bakıyorlardı; ancak Slytherinler geçerken heyecanlı bir şekilde mırıldanıyorlardı ve Harry, Draco Malfoy'un sırıttığını gördü. Çok uzakta olmayan Hermione'yle gözgöze geldiler ve kız, dudaklarını kıpırdatarak "O iyi mi?" diye sordu. Ancak Harry sadece omzunu silkebildi. Hagrid bile tedirgin görünüyordu.
Dakikalar sonra Harry, Büyük Salon'da kalan tek öğrenciydi. Kalanlar, her ne kadar gönülsüz olsalar da kendi yatakhanelerine yönlendirilmişlerdi ve olaydan uzaklaştırılmışlardı. O, orada neler olduğunu gören tek kişiydi - hiçbir şey olmadığı gerçeği göz ardı edilirse. Remus yerde hala tamamen hareketsiz olarak yatıyordu ve eğer göğsündeki hafifçe inip kalkma olmasaydı Harry onun öldüğünden korkardı. Fark ettiği kadarıyla birisi kafasını rahatlatmak amacıyla bir yastık çağırmıştı, Harry bunun üzerinde, sert zemine çarptığı yerden kalan kanı gördü. Ancak yara ustaca iyileştirilmişti; o nedenle bu, Remus'un hala bilinçsiz olmasının nedeni olamazdı.
Harry diğer nedenleri tahmin etmeye başlayamadan müdürün vücudu büyükçe bir sarsıntı geçirdi ve Remus aniden uyandı. Snape ve Fletcher onun mahvolmuş kollarını yakalayıp onu yere yatması için zorlayana kadar körlemesine sağa sola doğru sallandı. Remus onlara karşı düşünmeden mücadele ederken, diğer profesörler sadece şok olmuş bir şekilde sessizce izliyorlardı. Nefes alması kısa ve ani soluklar şeklindeydi ve göğsü ani bir çabayla inip kalkıyordu.
"Sakinleş, Remus," diye başladı Fletcher yavaşça. "Buna gerek yok-"
"Hareket etme," diye kesti onun sözünü Snape. "Sadece kendine daha fazla zarar vereceksin."
Remus kafasını kaldırdı. "Oturacağım," diye hırladı. "Oturmaya ihtiyacım var."
Harry daha önce Remus Lupin'in ne bu kadar kontrolünü kaybettiğini, ne de bu kadar kayıp veya kafası karışık göründüğünü görmemişti. Mavi gözleri açılmıştı ve görmeksizin Büyük Salon'a göz gezdiriyordu, kafası ileri geri sallanıyordu, aklındaki bir şeyleri çözmeye çalışıyordu. Snape ve Fletcher dikkatlice onun oturmasına yardım ettiler; ancak iki profesör de durumdan oldukça mutsuz görünüyorlardı. Remus titrerken aniden iki avcunu da kafasına bastırdı, sanki kafasının patlayacağından korkar gibiydi.
"Neredeyim?" diye sessizliğin içinde fısıldadı. Harry onun gözlerinin yine kapandığını gördü.
"Hogwarts'dasın," diye nazikçe cevap verdi Fletcher. "Hala Hogwarts'dasın, Müdür."
"Bakanlık..."
Fletcher kaşlarını çattı. "Hayır, sen-"
"Bakanlığa ne olmuş?" Snape yine sözünü kesti.
"Gitti." Remus'un gözleri açıldı. "Sevgili Tanrım, gitti." Hiç kimse onu durduramadan sendeledi ve Snape'le Fletcher onu yakalamadan önce neredeyse düşüyordu.
"Gitti derken neyi kastediyorsun?" diye sordu Profesör Sinistra tiz bir sesle.
"Voldemort..." İki profesörden bir adım uzakta tökezledi, bir kez daha titreyen ellerini şakaklarına bastırdı. Birçok öğretmen nefeslerini tuttu ve yüzleri soldu, Harry arkasındaki Hagrid'in gergin olduğunu hissedebiliyordu. Ancak Remus ayakta titrerken ve duvara bakarken bunların hiçbirini görmedi. Fakat aniden kafasını kaldırdı ve yüzünde bir korku bakışı gezindi. "Hayır," diye fısıldadı. "Dumbledore..."
Keskin bir çığlık, havayı böldü. Güzel bir şarkıydı ve üzgündü; ancak bir şekilde güçlü ve kalp kırıcıydı aynı zamanda. Harry hızlıca kendi gözleriyle Remus'un bakışını takip etti ve diğerlerinin de aynı şeyi yaptığını hissetti. Büyük Salonun uzak köşesinde, kırmızı ve altın rengindeki bir yaratık onların yönünde aşağıya doğru geliyordu. Harry daha önce sadece bir kez anka görmesine rağmen kuşu anında anımsadı. Bu Fawkes'du.
Zarif ama pejmürde anka, müdürden önce masaya iniş yaptı. Gözleri sadece Remus'un üstündeydi, o bir süre sonra titreyen elleriyle Fawkes'a uzanıp kavrulmuş tüylerine dokundu.
"O gitti, değil mi?" diye fısıldadı Remus.
Fawkes'ın kafasını eğişindeki hava ve müdür masasına düşen gümüşi gözyaşı ihtiyaç duydukları tek cevaptı.
"James? James? Allah kahretsin, çatalak, konuş benimle!"
"Yaşayacağını düşünüyor musun?" Tanımadığı bir cadı sormuştu soruyu; ancak önemsemedi. Elinin kızgın bir darbesi onun gözündeki kanı temizledi. Peter sadece o zaman titrediğini fark etti.
James'i yeniden sarstı. Bu olamazdı. "Haydi, dostum, uyan," diye yalvardı. "Bunu bana yapma."
"Herhangi bir şans olduğunu düşünüyor musun?" diye rahatsız etti cadı onu. Bakanlığın altındaki yeraltı tünellerinin derinliklerindeydiler, her tarafta toz vardı. Arkadaşını taş yığınından uzağa sürüklemeyi ancak başarabilmişti. Kadının pek yardımı dokunmamıştı. "Burada çok fazla kan var, biliyorsun."
Peter ona aldırmadı. "James?"
"Onu canlandırmayı deneyebilirsin, biliyorsun."
"Bunu daha önce denemediğimi mi sanıyorsun?" diye sordu kızgınlıkla. "Bunun işe yarayacağını düşünseydim bunu tekrar tekrar yapıyor olurdum."
"İyi, bana bağırmana gerek yok-"
"Eğer bir şifacı değilsen çeneni kapa!" diye hırladı Peter. "Senin yararsız zırvalarını dinlemektense yapacak daha iyi işlerim var!" Tedirgin bir şekilde arkadaşına döndü yine. Arkadaşını uyandırabilmek için bildiği bütün büyüleri denedi, bunların hiç bir işe yaramaması ve James'in hala hareket etmiyor olması onu endişelendiriyordu. "Haydi, James... uyan. Ölüm Yiyenler görünmeden önce buradan çıkmalıyız-"
Cadı çığlık attı ve Peter hızla ayağa kalktı; asası elindeydi ve tehlikeleri araştırıyordu. Peter hiç bir zaman James ve Sirius gibi mücadele büyülerinde yetenekli olmamıştı; ancak arkadaşı tehlikedeydi. "Ne oldu?"
"Hareket etti! "
"Ne?" Hemen yeniden dizlerinin üzerine çöktü, asasının gitmesine izin verdi ve nereye gittiğini umursamadı. Ancak James gerçekten de kımıldıyordu. "James? James, beni duyabiliyor musun?"
"Umm... "
"İşte bu, James," dedi umutsuzca. "Uyan."
Arkadaşının gözleri titreyerek açıldı. "Lily'nin yüzünü görerek uyanmayı tercih ederdim," diye geveledi James. "Sen çirkinsin."
"Üzgünüm. Lily şu anda burada değil." Ve nerede olduğunu bilmiyorum.
"Sorun değil," diye fısıldadı James. "Neredeyiz?"
"Bakanlığın altında," diye cevap verdi. "Ancak Ölüm Yiyenler bize yetişmeden gitmeliyiz." Kalp atışı hızlanmıştı. Çok uzun zamandır buradaydılar. "Hareket edebilecek misin?"
"Hayır." James'in sesi çok hafifti.
"Ne?" Etrafına kaçabilecekleri yollar bulabilmek için bakınıyordu; ama kafasını yeniden arkadaşına bakmak için döndürdü.
"Küçük bir problem, Peter. Bacaklarımı hissetmiyorum."
Peter, buyurgan annesinin, söylediği için onu asla affetmeyeceği bir kaç sözcüğü içine attı. Sirius'un etrafında olmak hiçbir zaman onun dili için iyi olmamıştı... Sertçe yutkundu. Bacaklarını hissedemiyordu. Aniden, Peter içinde bir soğukluk hissetti. Bu iyi olmaktan başka her şeye benziyordu.
"Emin misin?" sormayı başarabildiği tek şeydi.
"Oldukça eminim aslında," diye yanıtladı James, sesi acıyla gerilmişti. "Bana güven, Kılkuyruk. Salak biri olabilirim; ama ben bile böyle bir şey uydurmam."
Peter yutkundu. "Umut etmek zorundaydım."
"Evet. Ben de öyle." James'in gözleri içinde bulundukları yeraltı tüneli etrafında titreşti ve hala ikisine bakmakta olan cadıyı gördü. Büyük bir çaba sarfederek kendisini dirseklerinin üzerine ittirdi ve kafasını Peter'ın sağ tarafındaki karanlık geçide bakmak için çevirdi. "Düşünüyorum da, ikiniz de yapmalısınız ki-"
"Eğer o düşünceyi bitirirsen çatalak, seni şu anda lanetlerim," diye sözünü kesti Peter sinirle. Arkadaşının ne söyleyeceğini tam olarak biliyordu. "Seni bırakmıyorum. Bu yüzden bunu söyleme bile. Bunu düşünme bile."
James suratını astı. "Şunu duydun mu?" diye sordu ve Peter dinledi. Bir kat üstlerinden ayak sesleri ve bağırtılar geliyordu ve ikisi de bunun ne demek olduğunu biliyordu.
"Evet," diye karşılık verdi, kendi sakinliğine şaşırmıştı. Kalbi hızla atıyordu; ancak hayatında ilk defa ölmekten korkmuyordu. Belki de bunun nedeni arkadaşlarından birinin ona ihtiyaç duymasıydı ve Peter onları şimdiye kadar birçok kere hayal kırıklığına uğratmıştı. "Ancak seni burada bırakma şansım sıfır ila hiç arasında değişiyor, dolayısıyla canını sıkma."
"Peter, hiç şüphesiz sen şu ana kadar tanıdığım en aptal insanlardan birisin," diye homurdandı James sevgiyle ve Peter kendisine rağmen sırıttı. Açık bir şekilde görülüyordu ki, rahatlık hissi titreyen ellerine ulaşmamıştı; ama en azından nefes alabiliyordu.
"Öyle olduğuma eminim." Hızlıca etrafına baktı. Bakanlığın altındaki yeraltı tünelleri hala sessizdi; fakat bu ne kadar sürerdi, Peter bilmiyordu. James'i dışarı çıkarmak zorundaydı, hızlıca - ama nasıl? Eğer otuz saniye içinde bir mucize gerçekleşmediği varsayılırsa, James bacaklarını hissedemiyordu ve bu Peter'ı bir sıkıntı cehenneminde bırakıyordu. Arkadaşını bırakmak üzere değildi, bunu yapmak bir Çapulcu için seçenek bile değildi, hatta bu kadar yıl doğru yoldan sapmış olan biri için bile. Derin bir nefes aldı. Yaptığım diğer aptalca şeyler ne olursa olsun, arkadaşlarıma asla ihanet etmedim, diye düşündü Peter umutsuzca. Ve buna şu anda başlayacak değilim.
"Ne yapacağız?" diye sordu cadı aniden ve onun dikkatini küçük probleminden ayırdı.
"Biz?" diye tekrarladı Peter kuşkuyla. Kesinlikle bu sinirli ve korkmuş cadıyı James'i kurtarma girişimine sürüklemek gibi bir niyeti yoktu. Kendi zayıf kahramanlık girişimleri onun yardımı olmadan da başarısız olmaya yeterliydi.
"Evet, biz," diye araya girdi James kadın cevaplayamadan. "Başka nereye gidecek?"
Peter kaşlarını çattı. "Doğru... hmm, James, burdan çıkmanın yolunu biliyor musun?"
"Elbette biliyorum," diye cevapladı Seherbaz sertçe. Sonra yüzünde bir karmaşa ifadesi gezindi. "Eğer nerede olduğumuzu bilseydim, her neyse."
"Ah. İyi değil."
"Şaka değil," diyerek nefes aldı James, tekrar etrafına baktı. "Evet, gidilecek iki yol var ve bir tanesi dışarıya çıkan yol. Yüzde elli şansımız olduğuna göre, ben sağa gidelim diyorum."
Peter yutkundu, sormak zorundaydı. "Yanlış yön ne yapar?"
"Bizi çıkmaz yola götürür." diye gülümsedi James özür dilercesine.
"Harika."
"Onları buradan çıkar!" diye bağırdı Sirius.
Şimdi normal dünyada, Muggle Londra'sının tam ortasındaydılar. Bir zamanlar ziyaretçilerin Sihir Bakanlığına girişi olan eski kırmızı telefon kutusu yerinden sökülmüş ve önceki yerinden en az yüz fit uzağa yerleştirilmişti, Sirius onun önünde duruyordu ve kutunun olması gerektiği yerin yakınında olmadığını biliyordu. Yakındaki ofis ve binalar savaş alanı gibiydi ve sabah orada duran çöp kutusu kaybolmuştu. Sokağı taş yığını sarmıştı ve dar sokak öncekinden çok daha geniş görünüyordu - ve sonra Sirius bunun, yer altındaki patlamanın en azından bir binayı yıkmış olmasından kaynaklandığını fark etti.
Ve tabi ki meraklı Mugglelar yaklaşmaya başlıyordu.
Siren sesleri duydu ve nefes alırken homurdandı, kafasını onların bulunduğu tarafa döndürdü. Parlayan ışıklar ve motorlu araçlar onun tam olarak ihtiyaç duyduğu şeydi. Yaptırım yasasının Muggle versiyonu. Ne güzel. Yer sallanırken Sirius kendi Seherbaz birliğine kızgın bir şekilde işaret etti. "Muggleları buradan çıkarın!"
"Onları ne yapmamız gerekiyor?" diye sordu Hestia Jones.
"Neden önemseyeyim ki?"
Flaşlar yüzünde patlıyordu ve Muggle muhabirler yaklaşıyorlardı. Veya belki de bir kısmı sihir halkındandı ancak Sirius'un bunu önemseyecek zamanı yoktu- ve Voldemort onlara bu kadar yakınken herhangi bir cadı veya büyücünün uzak duracak kadar zekâsı olduğunu yürekten umuyordu. Hestia direk eyleme geçti, arkadaki meraklıları kızgın bağırışlarla ve asasının anlamlı hareketleriyle yönlendirdi. Bulundukları yere doğru, uçan büyük kıvılcımlar yolladığında gözden kayboldular, tamamen sarsılmışlardı. Bir zamanlar, sihrin bu kadar dikkatsiz gösterimi Unutturucuların günlerce çalışması anlamına gelirdi; fakat Sirius'un bildiği kadarıyla tüm Unutturucular Bakanlığın altında saklanmış durumdaydılar.
Mugglelarla ilgili olarak endişelenmek yerine - ve ona doğru gelen kıvılcımlı ya da kıvılcımsız polislere - Sirius etrafına döndü, bu felakette tam olarak kaç kişinin onun sözüne baktığını saymaya çalıştı. Vardığında cadı ve büyücüler Bakanlığı terk ediyorlardı ve görünüşe göre birçoğu güvenlik nedeniyle buharlaşmıştı. Ancak bazıları oyalanıyorlardı ve Sirius Seherbazların ortaya çıktıklarını görebiliyordu. O ve iş arkadaşları ayrıldıklarında bir buluşma yeri belirleyecek zamanları olmamıştı, Sirius Diagon Yolu'na cisimlenmişti çünkü orası aklına gelen ilk yer olmuştu. Hestia ve diğer dört kişi Dumbledore'a ve sığınanlara yardım etmeye geldiklerinde Seherbaz kıtlığının ölümcül olduğu kanıtlanmıştı ve bunun yine bu şekilde olma olasılığı büyüktü. Hızlı bir sayım Sirius'a hala on kişiyi yönettiğini söylüyordu ve zihninin korkmuş bir köşesi patlamada onlardan kaçının öldüğünü merak etti.
Ancak şimdi bunun için zaman yoktu.
"Girişten uzak durun!" diye çığlık attı aniden, asasıyla Oscar Whitenack'i Bakanlığa giden yeraltı geçidinden uzaklaştırdı, burası sadece birkaç dakika önceki çıkışlarından beri hala açıktı. Ancak o anda yolu açık bırakmanın nasıl bir hata olduğunun farkına vardı, oyuktan ateş çıktı ve Oscar yanarak ve duman çıkararak yere düştü. Sadece Kingsley Shacklebolt'un hızlı hareketi onu zamanında geriye çekti ve Hestia'nın Ateş Söndürme büyüsü hayatını kurtardı.
Ancak Oscar hala yerdeydi, onu dokuz Seherbazla bırakmıştı. Kendisini de sayarsa on. Sirius harekete geçti. "Geçidi mühürleyin!"
Birçok Seherbaz yaklaştı ancak kimse bir şey yapamadan daha fazla ateş üzerlerine fırladı, bu Sirius'a Voldemort ve yandaşlarının kesinlikle ilk bariyerden geçtiklerinin uyarısını veriyordu. Seherbazlardan biri -onun Mucia Coleman olduğunu düşünüyordu ama emin değildi- geriye doğru tökezledi, kolu yanıyordu. Durum kötüleşiyor.
Yer yeniden sallandı, neredeyse Sirius'u düşürüyordu. Sağında Lily'yi gördü, sicim gibi gözyaşları akan yüzü kirle kaplıydı, sendeliyordu ve kendisini zor zaptediyordu. Ancak bu defa sokak sallanmasını durdurmadı ve hatta Seherbazlar girişi mühürlemeye çalışırken bir kaldırım parçası uçarak onlara doğru geldi, neredeyse birçok kaçmış Bakanlık çalışanına çarpacaktı. Yakındaki Mugglelar çığlık atıyorlardı, meyhane bir çarpmayla çöktü, her yöne tahta parçaları uçuşturdu ve kalabalığı taş yığınlarıyla topa tuttu. Sirius geri çekildi ve hala açık olan girişe ulaşabilmek için uçan bir bankın üstünden atladı, sonra Kingsley'i gördü ve diğerleri sanki büyük bir güç eli tarafından sürüklenmiş gibi geriye uçtular.
Hala şokta olan Lily sadece bakakalmıştı.
"Lily, onları buradan çıkar!" Sirius karışık cadı, büyücü ve Muggle yığınına umutsuz bir bakış attı. Hala bakıyorlardı, sadece bakıyorlardı, güzel ve basit hedefler görüş alanında oturuyorlardı - ve olaylar daha da kötüleşmek üzereydi.
Güçlü, büyük, son bir uğraş ve sonra yer Sirius'un ayakları altından kalktı ve onu yatırdı. Korkunç duruma ve karşılaşmalarının yakın olduğuna emin olduğu Ölüm Yiyenlere rağmen Seherbaz gülümsemek zorundaydı. Nazik bir gülümseme değildi; ama iş arkadaşlarının anımsayabileceği türdendi. Her şey bir anda kötüleşmişti.
Sırtüstü uzanmışken Sirius sadece Voldemort'un ve yandaşlarının Bakanlıktan dışarıya yürüdüklerini izleyebiliyordu. Karanlık güç etraflarını sarmıştı ve kaçan cadı ve büyücüler onlara eklenmiş olan korkulu Mugglelarla birlikte çığlık atıyorlardı, nedenini pek anlamıyorlardı; ancak aynı şekilde korkunun farkındaydılar. Yaklaşan Muggle polisi silahını Ölüm Yiyenlerin üzerine ateşlemeye başladı, yarattıkları tehlikeyi fark etmişti; ama Voldemort sadece güldü.
Sirius'un kâbuslarındaki aynı yüksek sesli gülüştü bu ve onu yeniden ayaklarının üstüne kaldırdı. Lily de hareketlenmeye niyetlenmiş gibiydi ve gözünün bir ucuyla, Sirius onun cadı ve büyücülere kaçmaları için bağırdığını gördü.
Soğuk.
Çok geç oluncaya kadar Voldemort'un arkasındaki pelerinli figürleri fark edememişti. Teki, bir Ölüm Yiyenin arkasından ilerledi ve iskeletimsi ellerini Seherbazın boynuna sardı, onu kendisine yaklaştırdı. Kingsley çok uzak olmayan bir yerden Patronus büyüsü yapmaya çalıştı; ama bir Ölüm Yiyen araya girdi- kaos sarmıştı etrafını, Sirius bir çok büyü fırlattı ve en az iki kişiden de büyü yedi, adrenalin her ne kadar onların diğer ani efektlerini hissetmekten uzaklaştırsa da ufak bir acıya izin verdi. Ölüm Yiyenler ve Ruh Emiciler Muggleları ve onlara benzer büyücüleri hedef alıp girişten lanet fırlatırlarken olayı pek izleyemiyordu. Her tarafından çığlık sesleri geliyordu ve bir bina daha düştü. Sirius bir Öldüren Lanet fırlattı ve kendisininkilerden birini yaptı-incelik yapmak için zaman yoktu ve çok fazla düşman vardı, olabileceğini düşündüğünden çok çok fazla. Titriyordu, Ruh Emicilere çok yakın olduğunun farkındaydı ama bunu umursamak için zamanı yoktu. Sadece büyüler yapabiliyor ve vahşice fırlatabiliyordu, Lily'nin diğerlerini güvenli bir yere götürebilmesi ve arkadaşlarının iyi olması için dua etti.
Ve Voldemort gülmeye devam etti.
Sirius solunda Rabastan Lestrange'i gördü ve kırmızı bir ışık ona çarpmadan hemen önce yol üstünden kaçmayı başarabildi. Etrafa bakma riskini göze aldı ve sonra hızla, yapmamış olmayı umut etti, görüntü tamamen çılgıncaydı. Bir Ruh Emici Muggle polisinin üzerine abanmıştı ve birçok Muggle hemen yakında ölü olarak yatıyorlardı. Sirius'un sağında bir çocuk çığlık atıyordu; Hestia akılsızca yanındaki küçük kızı sürükledi, bu sadece onun bir lanet tarafından vurulmasına neden oldu. Ancak Seherbaz sadece sendeledi ve düşmedi, öfkeye hırlayarak ona saldırana meydan okudu ve Ölüm Yiyeni uçurdu.
Bir bina daha temelden çöktü. Büyüler havayı doldurdu, birçoğu onun Seherbazlarına geri dönüp çarpıyordu ve düşmanı vuracak kadar yeterli değildi- şimdi onlardan sadece dört kişi ayaktaydı: Sirius, Kingsley, Dawlish ve Hestia, sallanıyordu ve ayağının üstünde kararlı duramıyordu. Oscar hala yerdeydi ve o izlerken Alice Longbottom bir çığlıkla devrildi. Her ne kadar Voldemort aceleyle inşa edilmiş bölgeden çoktan ayrılmış olsa da sokak sallanmaya devam ediyordu. Bedenler yeri kaplamıştı, şimdi hem sihir halkının hem de Muggleların bedenleri. Ölümleri pek farklı değildi.
Kaybedilmiş bir savaşta çarpışıyorlardı. Bunu kendisine itiraf etmekten nefret etse de, Sirius bunun doğru olduğunu biliyordu. Açıkça çok fazla Ölüm Yiyen ve Ruh Emici vardı- ve onunla birlikte dört Seherbaz ve Lily vardı ki o, çıkabilme şansı varken bunu hala yapmamıştı. O yaklaşırken Sirius ona erişmek için uzandı ve kolunu tuttu. "Deli misin?" diye sordu. "Gitsene!"
"Sensiz gitmem!" Lily yeşil gözleriyle öfkeyle baktı ve Sirius sadece homurdanabildi. Bu bakışı biliyordu.
"Bunun için eğitimli değilsin!"
Karşılık olarak Lily dikkati dağılmış bir Ölüm Yiyeni yere indiren bir lanet fırlattı. İleriki noktaya erişebilmek için ona zafer dolu bir bakış atması bile gerekmemişti. Sirius'un tartışacak zamanı yoktu. Lanetler çok hızlı uçuyordu ve Seherbazlar çok meşguldü - ve içten içe kaybedeceklerini biliyordu. Tek soru, bu olmadan önce kaçının öleceğiydi. İçi üşüdü.
Muggle Londra'sında Ölüm Yiyenler. Bu düşünce onu bırakmıyordu, onları yalnız bırakmaya katlanamıyordu. Muggle Londra'sında Ruh Emiciler. Bu, ruhsuz hissetmesine neden oluyordu, özellikle de ne yapması gerektiğini bilirken. Çığlıklar hala yolu sarmıştı, ayakta kalmış çok az binadan sekiyordu. Kaçabilenler gitmişti - peki diğerleri ne yapacaktı? Mugglelar Ruh Emicileri göremezdi ve birçoğu direk onların kollarına koşuyorlardı. Sirius sendeledi ve sonra Kingsley yere düştü. Kalabalık bir Ölüm Yiyen topluluğuna ve Karanlık Lord'a karşı üç Seherbaz. Sirius masumları kurtarabilmek için memnuniyetle kendi hayatını feda ederdi; ama bunun işe yaramayacağını biliyordu. Bir anlığına Voldemort'a meydan okuma fikriyle eğlendi; ama Karanlık Lord'un o kadar aptal olmadığını biliyordu. Sirius asla onunla tek başına savaşma şansını elde edemeyecekti.
"Zulu Planı!" diye bağırdı Sirius, etrafta dolanıyor ve bunu yaparken Lily'yi yolundan çekilmesi için sürüklüyordu. Koşmaktan başka yapılacak bir şey kalmamıştı. Bundan nefret ediyordu; ama becerebildiklerini kurtarmalıydı- ve beceremediklerini feda etmeliydi. Gözleri Lily'ninkilerle buluştu. "Git buradan, Lily!"
Karşılık beklemeden koşarak uzaklaştı, Kingsley Shacklebolt'un baygın bedenine yönelmişti. Asla arkanda bir arkadaş bırakma. Seherbazlar asla kendi arkadaşlarını terk etmezlerdi, başka seçeneklerinin kalmadığı durumlar dışında- Sirius arkasında bir çatlama duydu ve içtenlikle en yakın arkadaşının karısının hala şansı varken kaçmış olmasını umut etti. Uzaklarda Hestia'nın Oscar'ı kavradığını gördü, bilincini yeniden kazanıyordu ve Dawlish'in Buharlaşmadan önce Alice'i yanında sürüklemeye çalıştığını fark etti. İşte bu, diye düşündü sinirle. Ancak henüz bitmedi!
Çığlıklar susmuştu artık- Ruh Emici ve Ölüm Yiyenler Seherbazlar dışındaki tüm hazır hedeflerini kullanmışlardı. Kalan Mugglelar ya ölüydüler ya da ruhlarını kaybetmişlerdi ve Voldemort kaçmakta olan düşmanların üzerine odaklanmaya başlamıştı. Aniden Sirius'un omurgasından aşağıya bir ürperti yayıldı ve kırmızı gözler kendisininkilerle buluştu-
Ancak Voldemort'un bir şey yapma şansı elde edebilmesinden önce Buharlaştı.
Peter, James için çabucak bir sedye yarattı çünkü bu kayan bir bedeni kontrol etmeye çalışmaktan daha kolaydı; ama arkadaşını hala ara sıra duvarlardan zıplatıyordu. Yukarılarında bağırışlar gittikçe yükseliyordu ve Peter Ölüm Yiyenlerin birisini aradıklarını biliyordu— sadece kendileri olmaması için dua edebilirdi. Ancak ne yazık ki Voldemort'un James'in ölümünü istediğini biliyordu. Ve beni, diye düşündü dürüstçe. Ve şu anda ikimiz de mükemmel hedefleriz. Şimdi güçlü olmak zorundaydı — hem kendisi için hem de nasıl olduysa kurtarmaya mecbur kaldığı yabancı cadı için.
"Çok iyi gidiyorsun, Peter," dedi aniden James kısık sesle. "Yakında buradan çıkmış olacağız."
Peter bir kez daha karanlık tünelin içine eğilip bakmadan arkadaşına bir bakış attı. "Okunması bu kadar kolay biri miyim?"
"Bu kadar uzun zamandan sonra mı? Evet."
"Doğru yöne gidiyor muyuz?" diye sordu cadı sessizce. En azından o korkularını paylaşıyor gibi görünüyordu. James'in sesi tamamiyle çok sakin geliyordu.
"Öyle sanıyorum," diye cevap verdi Peter yutkunarak. James bunu nasıl her zaman yapabiliyor? Elleri yine titremeye çalışıyordu. "Çok uzakta olmamalı."
Sessizlik içinde yürümeye devam ettiler, ayak sesleri soğuk kaya üzerinde uğursuzca yankı yapıyordu. Tüneller eski ve tozluydu, Peter yüzyıllardır içlerine kimsenin girmediğinden şüpheleniyordu. Peter'a onlar hakkında nasıl bilgi sahibi olduğunu sorduğunda arkadaşının cevabı sadece, Seherbazların her zaman Bakanlık hakkındaki her şeyi bilmelerinin kaçınılmaz olduğuydu. Ne yazık ki bu her şey, yanılmaz bir yön bulma hissini kapsamıyordu, bu yüzden hala tahminlere kalmışlardı... ve bunun kurtuluşa veya ölüme giden yol olup olmadığını bilmiyorlardı. Benim şansıma, diye düşündü Peter pişmanlıkla, bu çıkmaz yol olacak. Ama en azından yalnız değildi. James'in varlığı güven vericiydi, her ne kadar şu anda aciz durumda olsa da. En azından yalnız değildi.
"Peter?" James aniden kısık sesle konuştu. Sesi gergindi— Peter acı içinde yanlış şeyi düşündü. "Sanırım dursak iyi olacak."
Kaşlarını çattı. "Neden? Daha uzakta olamaz."
"Şunu duyabiliyor musun?"
"Neyi duyabiliyor mu?" diye sordu cadı endişeyle, o sırada Peter kendi atan kalbinin sesinin üzerinden dinlemeye çabalıyordu. Emindi ki James'in gözlerinde çakan şimşek birinin yaklaşma sesiyle ilgili değildi; ama peki o takırdayan ses neydi...?
"Peter, eğil!"
Korkunç siyah bir gölge karanlığın içinden ona doğru geliyordu ve Peter anca yana doğru sıçrayabildi. Cadı çığlık attı ve Peter onun asasını aradığını duydu— James lanet fırlattı ve yeri bir güm sesiyle yuvarladı... ama Peter'ın tek hissedebildiği şey soğuktu, soğuk sesler kafasında yankılanıyordu.
"Dışarıya çıkış yok, Pettigrew... Eğer ölümü seçmezsen, tabi ki. Emimin efendimiz bunu düzenlemekten memnuniyet duyar, bunca şeyden sonra..."
Karanlık.
Soğuk.
"Baban öldü, Peter. üzgünüm, yapabileceğimiz bir şey yoktu..."
Titredi, geriye çekildi. Gülüş kulaklarında yankılandı, Voldemort'un gülüşü. çok geç olduğunu fark ettiğini anımsadı, geri dönüş olmadığını— ve arkadaşlarını kurtarmak yerine onları mahkûm ettiğini. Onları korumaya çalışmış ve bir kez daha başarısız olmuştu—Hayır! Arkadaşlarını, James'i düşündüğünde zihni aniden açıldı. İki Ruh Emici vardı ve biri neredeyse arkadaşının üstündeydi, onu savuşturamıyordu. James'in asası kalkmıştı; ancak çok yakındılar.
"Expecto Patronum!" diye bağırdı Peter.
Fakat asasının ucundan sadece gümüşi bir sis çıktı ve en yakındaki Ruh Emici ona döndü, şimdi cadıdan uzaklaşmıştı ve onun meydan okumasına yönelmişti. Korku Peter'ın zihninin tamamen kapanmasına neden olmuştu. İleri düzey sihirde daima berbat olmuştu. Patronusu hiçbir zaman düzgün tanımlanamamıştı, baskı altında değilken bile... Tüm arkadaşlarının içinde her zaman her şeyde en kötü hep o olmuştu...
Dostlar.
Bu düşünce zihninde bir ateş gibiydi ve aniden James'in yüzünü gördü. Sirius'u ve Remus'u gördü; bir zamanlar olduğu gibi, dünya onlar tarafından ele geçirilmeyi bekliyormuşçasına gülüyor ve şakalaşıyorlardı. Ayrılmazlardı. Dostlardı. Kardeşlerdi.
Çapulcular.
"Expecto Patronum!"
Uyarıda bulunmadan asasından bir geyik fırladı ve Ruh Emicilere saldırdı. Peter gözünü bile kırpamadan yaratıklar kaçtılar ve onu aptalca geyiğin sise dönüşmesini izlemeye bıraktılar. Buna inanamıyordu. Bu yarattığı ilk gerçek Patronus'tu, şekli ve anlamı olan ilk Patronus. Peter gözlerini kırpıştırdı ve birazcık gülümsedi. Patronusunun Çatalak'a dönüşeceğini hiç hayal etmemişti. James!
Döndü ve arkadaşının hala sakince havada duran sedyeden düştüğü yeri aradı. James çok uzakta değildi, nefes alırken gözlerini kırpıyor ve sinirle hırlıyordu.
"İyi misin?" diye sordu Peter, onun yanında diz çökmüştü.
"Evet. Harika." James surat astı. "Sana orada pek yardım edemediğim için üzgünüm, dostum.. Ben sadece..."
"Biliyorum. Olur böyle şeyler." Hissettiğinden çok daha sakin cevaplamıştı, James'i dikkatlice sedyeye yükseltti. Sonra ayağa kalkan cadıya bakmak için döndü. "İyi misin?"
Kadın titreyerek kafasını salladı. "Teşekkür ederim."
"Sorun değil." Peter solgunca gülümsedi, belirsizce eğlenerek ellerinin yeniden titrediğini fark etti. "Birileri daha bize sinsice yaklaşmadan buradan çıkalım, olmaz mı?"
"İyi fikir." James Peter'a, kendi kendine kızdığını gösteren gergin bir sesle karşılık verdi; ancak ne yazık ki onun, arkadaşının hisleriyle ilgilenecek vakti yoktu. James açık bir şekilde kendisini yardıma muhtaç hissetmekten nefret ediyordu; ama bunu atlatacaktı, Peter biliyordu. Her zaman atlatmıştı.
Üçlü yolculuk ederken sessiz dakikalar geçti, hepsi de yaklaşan herhangi bir sesi duyabilmek için kulaklarını zorluyorlardı; ama tünellerin derinliklerine doğru yürüdükçe sadece sessizlik daha da arttı. Uzun bir on dakikadan sonra Peter umutsuzluğa düşmeye başladı, kaçma şansına sahip olup olamayacaklarını düşünüyordu— ancak azmi tükenip de endişesini dile getireceği anda, tünelin sonunda ünlü ışık göründü.
"Şunu gördün mü?" diye sordu cadı nefes almadan.
"Evet." Peter sırıttı. "Onu gördüm."
Çat. Rahatsızlığı arkadaşını geçici bir süre unutmasına neden olmuştu ve sedye kayaya çarpmıştı. Ancak James'in sesi hala neşeliydi, "Duvarlara dikkat et Peter."
"Üzgünüm." Sözsüz bir anlaşmayla yürüyüşlerini hızlandırdılar, aceleyle özgürlüğün habercisine doğru gidiyorlardı. En sonunda dar metal kapıya ulaştılar, küçük ve kirli penceresi uzaktan belirledikleri ışığı yayıyordu. Bir anlık arayıştan sonra Peter paslı menteşeleri çalışmaya zorlamayı başarabildi ve gün ışığına — ve sürpriz bir şekilde Diagon Yolu'na adımlarını attılar. Peter'ın şaşkınlıkla yapabildiği tek şey bir anlığına bakakalmaktı, bu kadar uzağa geldiklerinin farkına varamamıştı. Küçük kapı Grinngots'un hemen yanına çıkmıştı.
Gün ışığında korkunç bir şekilde solgun görünen James'e döndü. Elleri henüz titremeyi bırakmamıştı, bu da Peter'a işlerin hala kötüye gidebileceğini söylüyordu. "Seni St. Mungo'ya götürmek zorundayız."
"Hayır," diye yanıtladı arkadaşı sabırlı bir şekilde kaşlarını çatarak. "Seni Hogwarts'a götürmek zorundayız. Orası güvenli ve biliyorum ki Albus oraya gidecek—"
"St. Mungo'ya," diye kesti onun sözünü Peter sertçe. "Her şey için endişelendiğini biliyorum, ama bir kereliğine James, lütfen kahramanı oynama. İlk önce seni iyileştirmemiz gerek."
James suratını astı; ama Peter vazgeçecek gibi değildi. En sonunda Seherbaz cevabını homurdandı. "İyi."
Çeviren: Sanguine
