-*- Rowling, Harry'a sahipsin. Züğürtüm, senin gibi bu işten para da kazanmıyorum, sadece obsesifim, takıntılıyım ve taktımmı affetmiyorum. -*-

UYARI: KİTAP1 çok hafif SLASH öğeler içerebilir, uyarmadı demeyin

KİTAP1

HARRY HAKKINDAKİ GERÇEK

BÖLÜM 1 - DUMBLEDORE'UN PLANI

"Eğer hazırsan," dedi.

Hazır? Hayır. Dehşete düşmüş. Şok olmuş. Aptal çocuğa karşı hissettiğim öfke de vardı. Kendimi, tüm olanlar için onu suçlamaya çalışırken buldum. Hazır, beni ifade edebilecek en son kelimeydi. Kafamı onaylama yerine geçebilecek bir şekilde salladım ve hızlıca odadan ayrıldım. Yanından geçerken hırpalanmış görünümlü köpeğin bana dişlerini gösterdiğini belli belirsiz fark ettim. Başını ilgisizce patpatlayarak zindanlara yürümeye başladım, son isteğim şöyle nadir ve ölümcül bir iksir yapmaktı ama arkamdan adım 'hav'landı. Ezeli düşmanımı görmek için döndüm, az önceki iğrenç yaratığın olduğu yerde dikiliyordu. Biraz önce 'ecel'le kolayca karıştırılabilecek bir yaratığı görmezden geldiğimi fark ettim ve güldüm.

Sirius Black'in kafası karışmış gibi gözüküyordu. Ama ne zaman öyle gözükmüyordu ki?

"Dumbledore sana güvenebilir, ama ben güvenmiyorum. Harry'e doğru, nefes bile versen seni öldürürüm."

Gri hücrelerim bu hakarete karşılık bir sürü sert cevap yaratıyordu. Adama kibirli bir şekilde elimi salladım ve karanlık, soğuk, rutubetli ve ilginç şekilde rahat sığınağıma, zindanlara seğirttim. Zihnim yine canlandı ve bu sefer tutarlı bir şekilde düşünmem için bana izin verdi.

"… nefes bile…"

Tabii, Dumbledore yanlışlıkla çocuğun vaftiz babasına; kendisinin, ah, beni ve Süperstar Çocuk'u gelecek zararlardan korumak için yaptığı o muhteşem planı anlatmamıştı. Ben küçük veledi yanlışlıkla zehirlesem ve Black de yanlışlıkla vücudumda kocaman delikler açsa ne kadar ironik olurdu diye düşündüm.

Düşünceyi boş verdim. Eğer Voldemort tarafından öldürülmekle Black tarafından öldürülmek arasında bir seçim yapmam gerekseydi, Black'i seçerdim. Acımasız olabilecek kadar zeki değildi. Bir grup parşömen alıp üçüncü yıllarında olan bir sınıf Gryffindoru cezalandırmaya başladım. Garip ve keskin bir sakinleşme beni baştan aşağı yıkadı ve önceki yaşamımda ne tür bir canavar olduğumu ve bu yüzden, bu yaşamımda nasıl bu kadar cehennemlik olabildiğimi merak ettim.

Muggle mahallesi görüş alanıma girdiğinde, çok uzun zaman önce Ölüm Yiyen olma nedenlerimden birini anımsadım. Midem bulanmıştı ve kendimi, asamı çıkarıp mükemmel şekilde biçilmiş çimenlerine büyüme sihri yapmamak için zor tuttum. Taştan yapılma yolda aceleyle ilerledim; onlar eğer benim bahçemi görselerdi yüzlerinde oluşacak ifadeyi düşünerek eğlendim. Meşeden yapılma kapıyı üç kere tıklattım.

İğrenç. Midem şişko aptalın görüntüsünden dolayı yalpaladı ve (Merlin yardım et) çocuğun yüzünün buruşmasını ve ağzının açılarak aptalca sessiz bir çığlık oluşturmasını izlerken neredeyse gülecektim. İyice dikleşerek yüzüme genelde Neville Longbottom için sakladığım en tehditkar ifadeyi yerleştirmeye çalıştım. Arkasını dönüp holde badi badi koştu ve bir kapının arkasına kayboldu. Vampirler hakkında bir şeyler cıyakladığını duydum ve doğru eve gelip gelmediğimi merak etmeye başladım. Potter'ın ailesi bile bu kadar ahmak olamazdı.

Şişko çocuğun daha yaşlı bir versiyonunun bana doğru azametle yürüdüğünü gördüm, her adımı odada tehlikeli titremeler yaratıyordu ve duvarlar zangırdıyordu. Ama ben kımıldamadım bile. Bıyıklarının ağızlığa dönüşmesi fikriyle eğlendim ve bir şeyler gevelemeye başladığında bunu yapmamak için kendimi zor tuttum.

"N-ne, kim…"

Sadece gereken kadar kelimeyi toplayıp konuştum, "Merhaba. Harry Potter için buradayım."

Kibirimi saklama konusundaki kapasitemden dolayı kendimden etkilenmiştim. Karşımdaki adamın korku ya da ona yakın bir şey ile sarsıldığını gördüm. Mor suratı beyazladı ve gökkuşağındaki renkleri sırasıyla sunarak sonunda hoş bir lacivert renginde durdu. "v-v-vaftiz babası," gibi bir şey geveledi ve ben de kaşlarımdan birini kaldırdım. Normal şartlarda olsak, beni Sirius Black ile karıştırmasından dolayı onu sümüklü böceğe dönüştürürdüm. Gerçekten. Kendime bu Muggle'ın nasıl bir çam devirdiğini kavrayamayacağını hatırlattım.

Dişlerimi sıktım ve konuştum, "Ben onun profesörüyüm," cahil, öfkeli ruh hastasının değil. "Müdür Dumbledore'dan benim gelişimi haber veren bir baykuş almış olmalıydınız."

Dumbledore bana Muggle ailesinin benim varlığımdan dolayı "biraz rahatsız" olabileceğini söylemişti. Ama kim olmazdı ki? Nereye gidersem gideyim o rahatsızlığı bekliyordum zaten. Normalde, böylesine bir etki yaratmak beni memnun ediyordu. Adamın yüzü yine mor oldu, daha sonra da koyu kırmızı ve öfkeyle titremeye başladı. Eğer bir şeyi hafife alacaksanız bu işi Dumbledore'a bırakın.

"Evimde böyle bir şeyin hiçbir işi olamaz. Potter falan yok burada! Dışarı! Çık yoksa polis çağırırım!"

Zihnim şaşkınlıktan felce uğradı. Muggle'ı objektif bir huşuyla izledim, bu kadar duygu dalgalanmasıyla nasıl yaşamayı becerdiğini merak ettim. Bundan daha tiksindirici bir insanla karşılaşmamıştım. Dikildiğim kapıya doğru ayaklarını vura vura yaklaştı ve asama, içgüdüsel olarak, ulaştım. Donup kaldı, yüzü kül rengine –ya da leylak- döndü. Evet, kendime leylak köklerinin sökülme zamanının geldiğini hatırlattım. Adamın kolesterollü kalbinin atışını duyabiliyordum… ya da değil. Vuruş seslerinin merdivenin altından geldiğini fark ettim. Daha sonra da boğuk bir, "Buradayım" duydum ve sesin kime ait olduğunu anlamam için bir an geçmesi gerekti.

Dehşete düşmüş ve görünüşe göre bir açıklama yapmaya çalışan Muggle'ı iterek geçtim, kapıya yürüdüm ve kilidini açtım. Çocuk gözlerini kısarak ışığa baktı ve gözlerini kırpıştırdı. Yüzü kızarmıştı ve bağırmaktan terlemişti. Gözlerinin ışıktan bir an garip bir şekilde parladığını ve daha sonra bana odaklandığını görebiliyordum. İnanmazlıkla yine gözlerini kırpıştırdı.

"Profesör? Siz ne-"

Normalde nasıl davrandığını unutmuştu ama ben tüm bu durumdan dolayı, bunun farkına varamayacak kadar sersemlemiştim. İki haftadır Hogwarts'tan uzaktı, görünüşe göre iki üç kilo vermişti. Arkadaki adamın homurdanmaları dünyaya dönmeme yardımcı oldu. "Eşyalarını al, Harry."

Bekle. Söylememiştim değil mi. Kelimeyi hala dudaklarımda hissedebiliyordum. O da fark etmişti ve… sanırım sarsılmış onu tanımlamak için doğru kelime olurdu.

"Şimdi Potter," diye değiştirdim, sesime mümkün olduğu kadar soğukluk koydum. Çok şükür ki işe yaradı çünkü aceleyle koşmaya başladı. Ayak seslerini ikinci katta duyana kadar bekledim ve Muggle'a döndüm.

"Ne yaptı?" Tepkisinden, birisi onu tehdit ettiğimi falan sanabilirdi. Mantıklı iki kelime söyleyebildi: kurallar ve saçmalık. Başımla ilgisizce onayladım. Küstah çocuğu birinci elden tanıyordum. Onu hiç süpürge dolabına kilitlemesem de fırsat çıktığında denemediğim söylenemezdi.

"Potter bu yaz geri dönmeyecek. Müdür sizinle temas kuracaktır." Sesimi normal tutmaya çalıştım ama adam hala korkudan tir tir titriyordu. Gözümde Longbottom'un daha cesur gözükmesini sağlıyordu. Arada asama dikkatle baktığını görebiliyordum. Onu daha da korkutmak için onunla oynamaya başladım. Hafif yeşil kıvılcımlara sanki üstünde bir Affedilmez uyguluyormuşum gibFi tepki veriyordu. Potter sonunda bir kucak dolusu kitapla ve baykuşla geldi, dolaptan sandığını çıkarıp kitaplarını içine yerleştirdi. Kafasını kaldırıp bana baktı ve gözlerindeki korkuyu görünce irkildim. Onun yüzünde bir sürü ifade görmüştüm –endişe, kendini beğenmişlik, içerleme, hor görü- ama korku bunlardan biri hiç olmamıştı. Nefesim kesildi. Bunu içinde bulunduğum Muggle havasına verdim.

Saate bakıp Anahtar'ın bizi "gizli yer"e götürmesi için üç dakikamız olduğunu gördüm. Cüppemden garip nesneyi çıkardım ve Potter'ın yüzünün renginin solduğunu gördüm.

"Telefon alıcısıyla ne yapıyorsunuz?" diye sordu şüpheli şüpheli.

"Bu bir anahtar. İki dakika 33 saniyemiz var; eğer bir şeyini unuttuysan şimdi almanı tavsiye ederim."

"Nereye?" diye sordu. Gözlerini kıstı ve bir bana bir de sandığına baktı. Hareketinin ne demek olduğunu merak ettim, ta ki onu en son Anahtar'ın nereye götürdüğünü hatırlayana kadar. Sabrımı cevap vermeye yetecek kadar tutabilmeye çalıştım: "Bilmiyorum. Dumbledore'un mektubunu almadın mı?" Yine sandığına ve sonra bana baktı. Başını iki yana salladı. Ne düşünüyordu ki? Sabrım taştı. "Senin güvenini kazanacak zamanım yok, Potter. Şu saçma sapan şeyi tutarsan, gittiğimiz yerde olanları açıklarım."

İsteksizce sandığının tutma yerini kavradı ve baykuşun kafesini bana verme girişiminde bulundu. Öteki titreyen eliyle de Anahtar'ın öbür ucunu tuttu, sanki biz ilginç bir sirk gösterisi sunuyormuşuz gibi bize bakan amcasına dönüp baktı. Potter bundan hoşlanmış gibiydi ama gözleri hala önseziyle parlıyordu.

"Hoşça kalın," dedi, neredeyse duyulmayan bir sesle.

Ve Anahtar bizi hızla hiçliğe taşıdı.

Sonunda soğuk taşa birbirimizin üstünde indik. Anahtar elimden düştü; baykuş kafesi de, -ki baykuş bundan memnun olmadı. Potter'ın sandığının, sağ kolumu sıkıştırdığını acıyla farkına vardım ve aynı zamanda hoş bir şekilde sıcak bir uyluğun benim tam da…

"Potter, kalk!" diye emrettim, fazla telaşlı.

Bütün her şeyiyle şoke olmuş gibi görünüyordu. Durumu kavradığını belirten yüz ifadesi geldi, utançtan rengi soldu, mahcup olma ve sonra yine korku. Bu kadar kısa zamanda yaşanan duygu selinden dehşete düştüm ve ayağına basmaya çalıştığında yüzü acı ifadesinde durdu. Kendimi onun sandığının altından çektim ve sonra sandığa yaslandım, birbiriyle tamamen alakasız iki sızıyı iyileştirdim.

"Ne?" diye kafamı kaldırıp sordum ama sonra onun bana bakmadığını, sandığına baktığını fark ettim. Ah. Asası. Tabii, tatillerde kullanamadığı için üstünde taşımıyordu. Bir anlığına sezgilerinden etkilendim- o yaştaki bir erkekte olmaması gereken bir sezgi. Öyle bir sezgi ki bende, kendimde, çok daha sonrasına kadar geliştirmemişti. "Tasalanma Potter, seni öldürmek için burada değilim."

İkna olmamış gözüktü. "Neredeyiz?"

"Sürgündeyiz," diye homurdandım, büyük taş odaya bakarak. Çok şükür ki bir zindandaydık. Şömineyi ve karşı duvarındaki iki lambayı yaktım. Oda fazlaca genişti ve boştu, bir köşede iki tane tek kişilik yatak, onların karşı tarafında bir masa vardı ve topak topak görünümlü iki sandalye ortadaydı. Uzak duvarda bir kapı vardı; çıkmak için sessizce dua ediyordum ama şüphelerimi gidermeliydim.

"Dumbledore sana bir mektup yolladı. Neren almadın?"

"Bir dolaba kilitlenmiştim, değil mi?" dedi. Cevap verirken masumiyetinin dönüşüne neredeyse rahatlamıştım.

"Mantıksız. Mektubu tatil başladıktan sonraki gün gönderdi."

"Eve döndüğüm geceden beri oradaydım!" Utanç gibi bir ifade yüzüne yerleşti. Öylece baktım, ona inanıp inanmamam gerektiğini düşündüm. Olayları dallandırıp budaklandırmamak adına, doğruyu söylediği şıkkını seçmenin daha güvenli olacağından onu seçtim.

"Madem cezalar bu kadar katı, sanırım kuralları yıkmak konusunda biraz daha dikkatli olmalısın."

"Doğru. O zaman tatillerde çalışmadığımı anladığınızda bunu hatırlamaya çalışın."

"Hadi ama Potter. Benden iki hafta boyunca ödevlerini yaparak bir dolapta kapalı kaldığına inanmamı bekleme," diye alay ettim ama aniden ifadesinden söylediklerinin doğru olduğunu anladım.

"Benim söylediğim bir şeye inanmanızı beklemiyorum zaten, Profesör." Sesindeki kini duyduğumda ona okkalı bir tane patlatmak istedim. Ellerimle. Kendimden korktum. Fiziksel şiddet; aynı, çocuğun geri zekalı vaftiz babasındaki gibi zorbalığı göstermek için kullandığı bir yöntemdi, benim gibi bir büyücünün değil. Biz intikam için daha kalıcı yöntemler düşünüyorduk.

"Sesinin tonuna dikkat et," diye uyardım. Bunun üzerine dilini tutmasına memnun oldum ama zihnimin bir köşesine, çocuğa acilen hislerini kontrol etmesi üzerine ders vermem gerektiğini not ettim. Yani en önemli savunmalardan birisi.

"Burada ne kadar kalmak zorundayım?"

"Sonraki döneme kadar." Neredeyse memnuniyetle cevapladım, çocuğun cevap olarak nasıl bir tepki vereceğini biliyordum. Ama birden kendimin de bu işkenceye katlanmam gerektiğini anımsadım, memnuniyet, anında sönük, sancılı bir kızgınlığa dönüştü.

"Sizinle mi!?" Bu patlamadan dolayı incinmiş görünmemem gerekiyordu, değil mi? Sanırım açık bir kibire hazır değildim."Ben düşündüm ki," diye geveledi, "ee, şey… olanlardan sonra… yani…" Onun mantıklı bir açıklama yapmaya çalışmasını izlerken sabrım yeniden tükenmeye başlamıştı. "Ben yine Dumbledore için çalışmaya başlayacağınızı düşündüm… bilirsiniz, daha önce yaptığınız gibi."

Gevelemesinin tam manasını kavramam bir an sürdü. Ajan? Yine? İmkanı yok. Neredeyse kahkahaya boğulacaktım ama tam zamanında yakalamayı ve susturmayı başardım.

"Hayır, Potter. Bu senin için büyük bir şok olabilir ama Müdür canlı kalmamı tercih ediyor. Ne yazık ki ikimizin de; senin de aynısını yapman konusunda da ısrarlı." Kaşlarımı çatıp cevabını bekledim. Ama daha sonra dank etti: çocuğun bunu bilmemesi gerekiyordu.

"Peki siz bunu nereden anladınız?" Ona şüpheyle baktım ve yanaklarındaki kızarma bana bilmemesi gereken bir bilgiyi keşfettiğini söyledi.

"Ben…Dumbledore'un Anısı'na düştüm… gibi…"

Düştüm. Gibi. Neredeyse yine gülecektim. Lanet. Bu ikinciydi. Midemin kıskançlık hissiyle tırmalandığını duydum. Dumbledore'un Anısı'na düşmeyi çok isterdim. Ama yine de düşününce… hayır, böylesi daha iyiydi.

"Üst düzey savunma öğrenmeye yarın başlayacaksın. Görünüşe göre beladan uzak durma acizliğin ödüllendirilecek." Yüzündeki ifadeyle şaşırdım. Böyle bir fırsat karşısında nasıl dehşete düşme cüretini gösterebilirdi?

"Ama tatildeyim," diye protesto etti.

"Belki de bunun hakkında iki kere düşünmelisin ki-" Ne? Yaşayabilesin? Bunun için onu suçlayamazdım değil mi? İçimden küfrederken yerine koyabileceğim bir kelime aradım. Son on dakikada üçüncü kez ihtiyatı elden bırakıyordum. Buna ek olarak ona ilk adıyla hitap etmiştim ve tüm bu gün, kesinlikle, baştan sona fiyaskoydu. Derin bir nefes alıp derslerin yarın başladığını tekrar ettim. Zindanımı dolaşmak için oradan ayrıldım.

Tanıdık, katlanılmaz bir acıyla uyandım ve derimin ayrılıp çıkmaması için kolumu sıkıca kavradım. Nefesim boğazımda takılı kaldı ve haykırmamak için ağzımı elimle kapatmak zorunda kaldım. Karanlık işaret, göz kapaklarımın ardında hayatımın hatası olduğunu anımsatırcasına parlıyordu. Acı azaldı ama hayaleti geride kaldı. Ve vicdanım kendimi yiyip bitirirken nefes almaya çalıştım:

Eh hak ettin bunu değil mi? Budalanın tekisin. Karanlık Lord'un, ordusunu delicesine bir acıyla çağırmasına rağmen ona katılmanın hala harika bir fikir olduğunu düşünüyor musun? O kadar da hırslı değilsin ha, artık, Severus?

Yanındaki yataktan gelen hafif, sabit ritimli nefesleri fark ettiğinde kendimle alay etmeyi bıraktım. Hayatımda ilk kez Harry Potter'ın var olduğuna minnettar oldum. Nefesinin sakinleştirici sesine konsantre oldum ve yeniden uykuya sürüklendim. Boğuk bir haykırış sesiyle sıçrayarak uyanmadan önce ne kadar uyudum bilmiyorum.

İlk önce rüya görüp görmediğimi merak ettim. Ama sonra yan yatağımdan zorlanan bir nefes duydum, ardından da bir acı dolu haykırış daha. Işığı yakıp Potter'ın cenin şeklinde kıvrılıp başını tuttuğunu gördüm. Bir şey yapmadım ama çocuğun yüzü acıyla parlıyordu. Ona sempati duymak için fazlasıyla şaşırmıştım. Daha önce, tabii ki, yara izi hakkında bir şeyler duymuştum (kim duymamıştı ki?), ama şimdiye kadar bir işe yaradığını görmemiştim. Başka bir acı dalgası geldiğinde çığlık attı. Karnının üstüne yuvarlanıp dizlerini altında topladı ve başını yatağa gömdü. Hiç düşünmeden iki yatak arasındaki kısa mesafeyi geçtim.

"Potter?" Sesim çatlayarak ve beni endişeye sürükleyerek bana ihanet etti. Bilincimin pek yerinde olmaması fikirlerimi bulanıklaştırıyordu.

"O…ben…aaaagh."

O andan itibaren ne, böyle bir dürtüyü oluşturdu bilemiyorum ama ellerim çocuğun sırtını sıvazlamak olarak adlandırılabilecek bir eylem gerçekleştirmeye başladı. Kendi sesimi "Şşş," derken duydum. Kafamın içindeki ses ise bağırıyordu, "Sen ne halt ettiğini sanıyorsun böyle?" Üstündeki geceliğin her tarafı terden ıslanmıştı ve üstüne yapışmıştı. Nefesleri artık kesik kesik gelmeye başlamıştı ve kaslarının rahatlamaya çalışırken titrediğini hissedebiliyordum. Elim, tamamen kendi kafasına göre davranarak, onun başının arkasını okşamaya başladı. Birkaç dakika sonra nefesi normale dönmüştü. Yine gerilmeye başladığını hissettim, muhtemelen en nefret ettiği hocasıyla temas halinde olduğu içindi. Elimi çektim, fazlaca hızlı, ve yataktan fırladım. Kendimi tamamen gülünç hissediyordum ama bana dönüp bakmadan önce utancımı maskelemeyi başardım.

"Geçti mi?" dedim, sesimin yine istikrarlı ve soğuk olmasından dolayı rahatlamıştım.

Konuşmadan başını salladı. Gözlerinden bir şeyler geçtiğini gördüm ama bakışın anlamını çözemedim. Lambanın sönük ışığında solgun yanaklarının pembe olduğunu gördüm. Dizlerinde doğruldu ve bana baktı.

"Karkaroff'tu. Yani… rüya gördüm…"

Ne olup bittiğini anlamam için bir an gerekti ve midem yalpaladı. Yaşlı adam öldü demek. Anladığımı belirtir bir şekilde başımı salladım ve içimdeki korkuyu bastırmaya çalıştım. Sıradaki benim.

"Profesör, ben…" kendi duygularında boğuldu, sonra gözünün önüne yapışmış bir görüntüyü silkip atmak ister gibi başını salladı. "Sizi arıyor," dedi özür diler gibi.

Eh, pek yeni bir haber sayılmaz, değil mi? Başımı tekrar salladım ve uzun süredir aptal gibi başımı salladığımı fark ettim. "Uykuna dön, Potter," dedim ve sesim on dört yaşındaki bir çocuğun sesi gibi çatladı. Kızgın görünüyordu ama pek umursamadım. Işığı söndürdüm ve kendi ölüm ihtimalim gibi salakça şeyler hakkında endişelenmeye başladım.

"Potter, uyan."

Solgun yumuşak omzuna dokunmak için duyduğum dürtüyle savaşıyordum. Fazlaca sıskaydı ama bir sıra kas ve nefis görünümlü bir göğüs onu, hazırladığım donuk kahvaltının yanında fazlaca iştah açıcı gösteriyordu. Geceliğini üstünden çıkardığı için velede lanet okudum ve sesime soğukluk vermeye çalıştım. "Kalk hadi. Yapacak işlerimiz var."

Tembelce bana baktı ve kör bir şekilde gözlüğüne ulaştı. Yeşil gözlerinin etrafındaki kırmızılıklar rahatsız bir gece geçirdiğinin kanıtıydı. Kendimin de ondan daha iyi görünmediğimden emindim, bütün geceyi onun sızlanmalarını dinleyerek geçirmiştim. Bir çok kez onu rahatlatmak için duyduğum isteği bastırmak zorunda kalmıştım. Bu şeyin hangi cehennemden geldiğini de merak ediyordum. Çocukla empati kurmuştum sanıyorum. Böyle rüyalar için fazlasıyla küçüktü. Voldemort'un gazabı için fazlasıyla küçüktü.

Ona böylesine gözlerimi dikip bakmam için fazlasıyla küçüktü.

Lanet.

Döndüm, çayın ve Hogwarts'tan çağırdığım yulaf lapasının olduğu masaya yürüdüm. Çağırma büyüsünün çalışmasına sevinmiştim, ne de olsa mutfağımız yoktu. Bu oda ve banyodan başka hiçbir şey yoktu. Elbette karanlıktan hoşlanıyordum. Ama Potter'ın buna dayanma kapasitesi hakkında endişelerim vardı. Bu yaşta, bu zihniyetteki bir genç için fazlasıyla depresifti ve güneş ışığı almıyordu. Çocuk zaten fazlasıyla solgundu. Birden tavanın gökyüzü gibi davranması fikri aklıma geldi. Zihnimin bir köşesine bu sihir hakkında araştırma yapmak için not düşerken kahvaltıya oturdum.

"Nereden geldi bu?" diye esnedi, kollarını başının üstünde esnetti. En azından kıyafetini yeniden giyecek kadar terbiyesi vardı. Cevap vermedim ve çayımdan bir yudum aldım. Karşıma oturdu ve lapayı hapır hupur yemeye başladı. Çocukları yemek yerken izlemekten nefret ediyordum. Midem alt üst oldu ve başımı çevirdim, bitirmesini bekledim. Kafamın içinde planlarımı gözden geçirdim.

"Profesör Snape? Merak ediyordum da…" Tahammülsüz bir bakış attım ama yine de devam etti. "Biliyorsunuz, benim nasıl… yani… rüya gördüğümü. Sizce de Vol- ee, Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen de benim hakkımda rüya görüyor mudur?"

Daha önce hiç düşünmemiştim. Ve bunu düşünmek beni tiksindirdi. Karanlık Lord'un rüyaları hakkında kafa yormuyordum. Onu uyurken hayal etmeye çalıştım ve başarısız oldum. Uyumak insanların yapacağı bir şeydi. Ama onun da Potter hakkında imgelem görmesi mümkün müydü? Mesela şimdi bizi görebiliyor muydu? Birlikte? Dumbledore uzun zaman önce kolumdaki takip büyüsünü kırmayı başarmıştı. Çocuğun yara izinde de büyü var mıydı? Ama elbette, Dumbledore tüm bunları düşünmüştür. Değil mi?

Çocuğun sorusunun cevabını düşünemiyordum. Homurdandım ve çayımı içtim, bunun soruyu tekrar sormamasını sağlamasını umdum. Kızgındı, hissedebiliyordum. Ona bir bakış attım ve gözlerinin öfkeden alev alev olduğunu gördüm.

"Bana inanmıyorsun, değil mi?"

"Yemeğini bitir, Potter," dedim ve kalktım. Sorularından kaçınmak için duş almaya karar verdim.

Suyu kapatıp adım attığımda iç odadan gelen boğuk sesleri duydum. Bir anlığına öylesine korktum ki, hareket edemedim. Çabucak giyinip odaya fırladım. Müdür'ün çıldırtıcı gülümsemesini gördüğümde rahatladım. Hemen saçlarıma kurutma büyüsü yaparak ikisine doğru yürüdüm.

"Günaydın, Severus."

Defol, Albus.

"Günaydın."

"Harry de bana rüyasını anlatıyordu." Potter'a bir bakış attım, gözleri yere çakılıydı. Çenesini sıkmıştı.

"Onu buldunuz mu?" diye sordum ve başıyla onayladı.

"Hogsmeade'in hemen dışında. Rahatsız edici," dedi ve gözlerini indirdi. Potter'ın beni izlediğini fark ettim ve başka tarafa döndüm. Bakışları beni rahatsız ediyordu. Ve midem de yanıyordu… sanıyorum nefretle.

"Çocuğun yarası, Albus. Voldemort onu takip edebilir mi?" Sesim alçaktı ve Müdür ile tek başıma konuşuyor olmayı diledim. Dumbledore gözlerime bakmadı. Söylemediği bir şey olduğunu biliyordu. Ve ben de o bana söylemeye hazır olana kadar kurcalamayacaktım.

"Harry güvende. Sen de öyle. İkiniz de nerede olduğunuzu bilmediğinize göre Voldemort sizi bulamaz." Yalan söylediğini söyleyebilirdim… ya da bir şey gizlediğini. Onu binlerce parçaya bölmek istedim ama onun yerine sadece başımı salladım. Biliyordum ki, en azından, güvendeydik. Yaşlı adamın bunu gördüğünden de emindim.

"Albus, özel olarak biraz konuşabilir miyiz?" diye denedim, banyoyu göstererek. Çocuğun bakışlarının beni deldiğini hissedebiliyordum. Dumbledore bana baktı ve başını iki yana salladı.

"Bence en iyisi herkesin açıkça konuşması, değil mi?" Ona şöyle iyi bir büyü atmamak için çenemi sıktım. Açıkça konuşmuş, hah. Eminim ki dünyadaki benden önce en çok sır gizleyen adam oydu. İki yüzlü.

"Oğlan zindanda tıkılıp kalamaz, Albus. Çocukların güneş ışığına ve temiz havaya ihtiyaçları vardır," diye dişlerimi sıktım. Başımı çocuğa çevirdim ve ağzının bir karış açıldığını gördüm. Onun sağlık durumuyla ilgilenmemden dolayı şok olmuştu, şüphesiz. Küçük veledin hayatını kim bilir kaç kez kurtarmama rağmen. Dumbledore sevinçle gülümsemeye başlamıştı yine. Ellerim seğirdi.

"Elbette, haklısın Severus. Ne düşünceli bir davranış. Ne ayarlayabileceğime bakacağım ama korkarım ki şu anda burada kalmak zorundasınız. Üzgünüm, Harry. Severus, senin birkaç parça eşyanı aldım. Araştırır araştırmaz buraya yollayacağım."

Dumbledore çocukla biraz daha konuştuktan sonra ayrıldı. Potter duş alırken, bütün yazın nasıl geçeceğini merak ederek kendimle baş başa kaldım.