Not: Harry Potter ve dünyası J. K. Rowling'e aittir. Bu hikayeden hiçbir kazancım yoktur.

Hikayem ilk olarak 03.10.2010 – 20.12.2010 tarihleri arasında, artık kapalı olan başka bir sitede, Merlin'in Masalcıları isimli on haftalık bir proje kapsamında yayınlanmıştır.

1. Bölüm

Evlilik Planı

Son yağmur da nihayet dinmiş, geride sulu çamur birikintileri içerisinde, sağdan soldan çıkmaya çabalayan yeşil otlar bırakmıştı. Hava soğukluğunu muhafaza etmeye devam etse de, arada bir baharın habercisi ılık bir rüzgâr, dışarıda dolaşan insanların yüzlerini okşamaktan geri kalmıyordu.

İngiltere'nin güney batısında, Wiltshire'de yer alan görkemli malikâne ise, kışın sert havası henüz geçmiş olmasına rağmen, becerikli eller tarafından, tek bir çamurlu birikinti kalmayacak şekilde temizlenmiş görünüyordu. Baharın henüz başında da olsa yemyeşil görünen bakımlı bahçesi, titizlikle kuru yapraklardan arındırılıp kusursuzca düzenlenmiş, ilk fırsatta açmaya hazır çiçek tarhları, bahçeyi sağdan soldan kıvrılarak dolaşan, ezilmiş deniz kabukları karıştırılarak yapılmış sedef ışıltılı yol ve incecik şeritlerle süslenmiş kar beyazı oymalı kameriyesi sanki sessiz sedasız hayranlık uyandırmayı bekliyordu.

Eski bir şatodan dönüştürülmüş olmasına rağmen bu yapı, beyaz dış cephesi, uzman eller tarafından yapılan restorasyonu ve modern eklemeleri sayesinde malikâne sıfatını kullanıyordu. Ama aslında bu sıfattan çok daha fazlasını hak ediyordu. Dışarıdan Victoria devrinin şatafatı az da olsa korunsa da, dönemin modern stili ile ustaca harmanlanmıştı. Ön cephede her iki taraf da, yere kadar inen camları ile basamak basamak çıkıntı yaparak ilerliyor ve tam ortadaki iki dev sütun arasından ön kapıya çıkan mermer merdivenlerde buluşuyordu.

Evi çevreleyen özenle düzenlenmiş taşlardan oluşan yol, sanki taşlar elle tek tek silinmiş gibi tertemiz görünüyordu. Dev bir arazi üstünde yapılandırılmış malikâne, ışıl ışıl camları, iki tarafı çevreleyen geniş verandası, ilk bakışta çevresindeki ağaç çitler sayesinde gözlerden saklanan yapı harikası masmavi havuzu ile ülkenin en meşhur köşklerinden biriydi.

Akşam yemeği vaktinin yaklaştığı sıralarda, geniş kanatlı bahçe kapıları açıldı. Pırıl pırıl siyah bir Bentley, otomatik açılan kapıdan içeri girdi. Aynı anda malikânenin kapısı açıldı ve dimdik yürüyen siyah elbiseli bir uşak aşağı inip, araba eve kadar olan uzun yolu yavaş yavaş alana dek hazır bekledi. Limuzin, merdivenlerin tam önünde durduğunda, şoföre fırsat vermeden arkadaki kapıyı açtı. Sapsarı saçları ve beyaz teni ile yakışıklı, lacivert takım elbiseli bir adam aşağı indi. Elindeki evrak çantasını uşağa verdi.

"Hoş geldiniz efendim."

"Merhaba Silas, her şey yolunda mı?"

"Evet efendim." diye cevapladı uşak kapıyı kapatırken. Direksiyondaki şoför arabayı evin arka tarafındaki yola yönlendirdi.

Peşinden takip eden uşakla merdivenlere yönelen genç adam, hafifçe esen rüzgârı önemsemeden duraklayıp sordu: "Annem nerede?"

"Güneş Odası'nda efendim."

Uşak saygıyla öne geçip kapıyı açarken, o da başını sallayarak malikânenin merdivenlerini kaygısız adımlarla çıktı. Mermer zeminde yankılanan ayak sesleri, şatafatlı geniş holdeki çift sıralanmış çiçek düzenlemelerini görünce kısa süre sekteye uğradı, daha sonra yoluna devam etti.

Güneş Odası, adından da anlaşılacağı üzere, soğuk Londra ikliminde kendisine pek de fazla yer bulmayı başaramayan güneşi, belirdiği ender anlarda mümkün olduğunca yakalamak amacıyla özel olarak tasarlanmış bir odaydı. Hem sabah hem öğleden sonra güneşini alabilecek şekilde, köşe odası olarak dizayn edilmiş, yere kadar camları ve evin normal zemininden dışarı taşarak, odanın sadece üçte birini kaplayan duvarlarla kırk beş derecelik bir açı yapan camdan tavanı ile aydınlık bir odaydı. Adını hak etmesi için sıcacık renklerle döşenmiş odada, uçuk sarı saçlı bir kadın, camdan duvarın hemen önündeki koltukta oturuyordu. Bugün güneş ortada pek görünmemişti, ama bu oda kış için tasarlanmış dev şöminesi sayesinde öyle sıcak oluyordu ki, soğuk günlerde burayı kullanmayı tercih ediyorlardı.

"Merhaba anne." Genç adam eğilerek sarışın kadını yanağından öptü.

"Hoş geldin Draco."

Narcissa Malfoy, soğuk güzelliğine rağmen, bakışlarıyla insanı tutuşturabilecek tipte bir kadındı. Fakat bu bakışların babasına yöneldiğini de ender olarak görmüştü Draco. Bazen annesi ve babasının birlikteliğine kafası takılırdı. Aralarındaki mesafenin etrafta başkaları olduğu zaman arttığını biliyordu. Yine de tam olarak açıklayamadığı bir ilişkisi vardı ailesinin. Hiç kavga etmezlerdi. Babası her zaman centilmence davranırdı annesine. Annesi ise ince ve kibardı. Sesinin yükseldiği pek görülmezdi. Bir isteği olduğunda bunu sesini yükseltmeden almasını bilirdi o. Draco ona hayrandı. Annesinin eline su dökecek bir kadın yoktu bu dünyada. Yine de zaman zaman bir şeyin eksikliğini hissettiği olurdu. Ne olduğunu bilmezdi, ama bilse zaten adı eksiklik olmazdı değil mi? Elindeki davet zarflarını yandaki zarif sehpaya bırakan kadın, karşı koltuğa oturan oğluna döndü.

"Nasılsın?"

"Sağ ol anne. Uzun bir yolculuk oldu. Hafta sonunu bekleyemeyen işi merak ettim."

Annesi aldırmadı. "Günün nasıl geçti?"

"Her zamanki gibi. Sorun yok."

"Bu iyi." diye mırıldandı kadın. Oğluna bir an bakıp, soluna dönerek zarflardan birini aldı. "Chang'ler öbür hafta parti veriyor. Cumartesi olacak Draco ve baban bu partide bulunmanı istiyor."

Draco kravatını hafifçe gevşetti. "Tamam anne, belki sekreterime hatırlatmasını söylerim."

"Draco!"

Genç adam gülerek ellerini kaldırdı. "Anne şaka yapıyorum. Zaten gitmezsem Harry beni öldürür."

"Hmm… Hâlâ Cho ile mi beraber?"

Draco başını salladı. Annesi sakince zarflarına döndü. "Yine de ona uygun bir kız değil."

"Öyleyse partilerine neden gidiyoruz?"

"Çünkü baban onunla iş yapıyor." Zarfları kucağına koyup oğluna baktı. "Senin daha iyi bilmen gerek, anlaşmalar masandan geçiyor."

Elini saçlarından geçiren genç adam başını salladı. "Aslında babam onunla şahsen görüşüyor ve ben de sadece Harry ile beraberken Cho'yu görüyorum."

"İşte bu yüzden partiye gelip ailesiyle resmen tanışmalısın. İleride seninle çalışacak."

"İş bize uygun, ama kız Harry'ye uygun değil." diye alayla mırıldandı Draco.

"Evet, değil. Lily Potter buna nasıl göz yumuyor bilmem?"

"Lily Potter oğluna o kadar karışmıyor."

Narcissa Malfoy keskin gözlerini oğluna çevirdi. "Ben sadece seni düşünüyorum, Draco."

"Tamam." diyen genç adam tartışma başlamadan sordu. "Çiçekler nerden?"

"Paris'den."

"Hımm. Burada kalmamış mı?"

"Draco!"

"Tamam, anne, sadece şakaydı." Genç adam yerinden kalktı. Annesi bir şey söylemediğine göre, babası gelince iş konuşacaklardı herhalde. "Banyo yapacağım."

"Draco?"

"Evet?"

"Hayatında biri var mı?"

"Yok anne, neden sordun?"

Annesi arkasına yaslanıp oğlunu ciddiyetle süzdü. Genç adam dikkat kesildi. Bu bakışlar pek de hayra alamet değildi. Annesi böyle baktığında ya Draco bir hata yapmış olurdu, ya da ondan yapmaktan hoşlanmayacağı bir şey istenirdi.

"Baban ve ben, akşam yemeğinden sonra seninle konuşmak istiyoruz."

İşte!

"Aile toplantısı mı? İş değil demek." Dudaklarında yaramaz bir gülüş belirmişti. "Konu ne anne?"

"Yemekten sonra öğrenirsin." diyen kadın başını tekrar zarflarına eğdi. Draco yanıt alamayacağını bildiği için soru sormadan odadan çıktı. Tamamen ona ait olan doğu kanadına geldiğinde hâlâ düşünüyordu. Kısa süre yatağına uzanıp dinlenirken de düşünmeye devam etti. Anlaşmalarla ilgili bir sorun yoktu. Kızlar konusu da muammaydı zaten. Daha doğrusu şu an hayatında, annesinin deyimiyle 'ona uygun olmayan' bir kız yoktu. Öyleyse sorun ne olabilirdi? Beklemekten başka çare olmadığını bilerek, özel banyosuna girdi ve vücudunu jakuzinin yumuşak masajına bıraktı.


İngiltere'de Malfoy ailesi yemek masasına kurulduğu sıralarda, Fransa'da bir başka aile, yemek sonrası içkilerini alıyorlardı. Üç kişilik ailenin en genç üyesi olan siyah saçlı kadın, gözlerini bardağındaki içkiye dikmiş, az önce duyduklarını hazmetmeye çabalıyordu. Anne ve baba oldukları tavırlarından anlaşılan diğer ikisi ise sakin bir tavırla içkilerini yudumlamaya devam ediyorlardı. Nihayet genç kadın başını kaldırdı ve babasına baktı.

"Biraz erken olmadı mı baba?"

"Bence daha fazla beklemeye gerek yok."

"Evet tatlım," diye ekledi annesi. "Kanımca ideal bir zaman."

"Ama biraz bahar tatili yapmayı planlamıştım-"

"En az bir ay vaktin olacak, bu arada hallet."

"Bu mevsimde mi?"

Babası sabırsızlanarak elini salladı. "Pansy, mevsimin ne önemi var? Dünyanın her yerinde tatil yapabilirsin. Ben Lucius ile konuştum. Annen de Narcissa ile gerekli ayarlamaları yapacak. Fakat biz Atina'da olacağımız için gerisi sana kalıyor. Narcissa bizim adımıza seninle ilgilenmeye söz verdi."

"Hem böylesi geleneklere de uygun." diye ona katıldı annesi.

Pansy derin derin iç geçirdi. Her şey çoktan planlanmıştı. İtiraz etmek gibi bir düşüncesi de yoktu aslında, daha doğrusu emin değildi, ama zamanlama da o kadar kötüydü ki. Bardağını önündeki sehpaya bırakıp kalktı.

"Nasıl isterseniz."

Annesi gülümsedi. "Doğru davranacağından hiç şüphem olmadı hayatım."

"Elbette anne. O zaman izninizle yeni planlar yapmalıyım sanırım." En tatlı gülümsemesiyle annesini yanağından öptü, babasını hafif bir baş eğişi ile selamladı ve odadan çıktı. Kapı kapandığı an yüzündeki gülümseme soldu ve kararlı adımlarla kendisine ayrılmış özel salonuna doğru yürümeye başladı.


"Anlayamadım?" Draco şok içinde babasına bakıyordu. "Evlenmek mi?"

"Neden bu kadar şaşırdın hayatım?" Narcissa oğlunu süzdü. "Zamanının geldiğini bilmen gerekirdi."

"Biliyorum anne, ama biraz erken değil mi? Daha vakit olduğunu düşünüyordum."

"Ben annenle evlendiğimde senden gençtim."

Draco itiraz etti. "Ama o zaman farklıydı baba."

"Gençler nedense hep aynı bahaneyi öne sürüyorlar." Narcissa başını sallayarak iç geçirdi.

"Okul bitti, şirkette de hızla yükseliyorsun, fakat evlilik kurumu iş hayatındaki saygınlığını perçinleyecektir. Daha erken yaşta yapacağın bir evlilik gençlik hevesiyle verilmiş duygusal bir karar olarak nitelenirdi. Otuzundan sonra yapacağın bir evlilik ise, geleceğini garantilemek için mecburi yapılmış bir evlilik görünümü verir. Yani şu an yaşın ve konumun ideal, Draco. Kimse bu evliliği sorgulamayacak ve bundan daha önemlisi, geleneklere uygun davranmış olacaksın."

Draco sıkıntıyla elini saçlarından geçirdi. "Açıkçası şu an evlilik aklımın ucundan bile geçmemişti."

Babası içkisini yudumlarken bir sessizlik oldu. Lucius Malfoy, sarı saçlı ve soluk tenli insanların çiğ olduğunu iddia edenlerin rahatlıkla yanıldıklarını itiraf edebilecekleri bir görünüşe sahipti. Keskin yüz hatları ile ilk bakışta fark edilmeyi başarıyor, kurşuni gözleri ile de unutulmamayı garantiliyordu. Kıvrak zekâsı ve gücü de dış görünüşüne daha fazla çekicilik katıyor, gerek iş hayatında gerek sosyal hayatta, her alanda başarılı olmasını sağlıyordu.

Babasının genç bir kopyası olan Draco içini çekerek, hiç dokunmadığı kadehini bir kenara bırakıp ona döndü. "Neden Parkinson?"

"Her şeyden önce birlikte çalışıyoruz-"

Draco lafını kesti. "Birlikte çalıştığımız onlarca insan var, neden onlar?"

"Çünkü bize denkler. Hem birlikte çalışmak o kişiye bazı doğal haklar verir."

"Çalıştığımız herkesle evlenemem baba." Draco'nun sesi alaycıydı.

"Ne demek istediğimi anladın."

"Aslında anlamadım." Draco inatlaşmıştı. "Mesela Chang ile de çalışıyoruz baba, bu ona da bazı haklar veriyor mu? Çünkü onu önemsediğini pek sanmıyorum da."

Lucius başını salladı. "Küçük ekonominin pazar payını yabana atma, Draco."

"Baba, seni temin ederim bunu beş yaşımdan beri biliyorum. O kadar çok söyledin ki."

"Öyleyse neyi sorguluyorsun?"

Genç adam sıkıntı içinde yakasını gevşetti. Bu gece böyle bir teklifle karşılaşmayı beklememişti şüphesiz. Evlilik kelimesinin bu evde telaffuz edilmesine daha birkaç yılı olduğunu sanıyordu. Hazırlıksız yakalanmıştı.

"Evlilik konusuna dönebilir miyiz? Neden Parkinson diye sormuştum."

"Tercih ettiğin başka birisi mi var?" Narcissa oğluna dikkatle baktı.

Draco güldü. "Evliliği düşünmediğimi daha kaç kere söylemem gerek?"

"Hayatında başka biri yok değil mi?"

"Anne, bunu geldiğimde de sordun ve sana o zaman da hayır demiştim. Hayatımda birisi yok."

Narcissa kadehinden bir yudum aldı. "Düşündüm ki Maureen Talbot ve sen-"

"Maureen'le görüşmüyorum."

Annesi ona dikkatle baktı. "Artık, görüşmüyorsunuz sanırım." Artık kelimesini iyice vurgulamıştı.

"İlişkilerim beni ilgilendirir anne."

"O kıza karşı değilim, Draco. Sağda solda herhangi bir kızla görünmenden iyidir. Fakat iş evliliğe gelince daha uygun bir adayımız olduğunu şimdi biliyorsun."

"Talbot'lar yeterince zengin sanıyordum." Draco iğnelemeden duramamıştı.

Annesi bu iğnelemeyi umursamadı. "Maureen'in kusursuz göründüğünü biliyorum. Gerçekten ailemize yakışır davranışlar sergileyeceğinden de hiç kuşkum yok, fakat babanın da ifade ettiği gibi önceliklerimizi düşünmeliyiz."

"Yani benim düşüncelerimin pek bir önemi yok." dedi Draco alayla.

"Draco," Annesi ona sitemle bakıyordu. "Senin için en iyisini istiyoruz. Nasıl bizi yargılarsın?"

Genç adam içini çekti. "Özür dilerim anne, iyiliğimi istediğinizi biliyorum, ama biraz ani oldu. Tepkilerimi mazur görün."

Annesi elini sallayarak özrü kabul ettiğini belirtti, ama konuşmadı. Sözü babası aldı. "Talbot'u severim, birlikte rahat çalışabiliyoruz. Ama benimle çalışmak için aşırı istek göstermesi beni rahatsız etmese de, birleşme için çabalaması, ne yalan söyleyeyim, pek hoşuma gitmiyor. Parkinson'a gelince…" Lucius bitirdiği kadehi bırakıp arkasına yaslandı ve bacak bacak üstüne attı. "Onunla çok iyi anlaştığımızı söylemeliyim. Yıllardır birlikte çalıştığımız için birbirimizi anlıyoruz ve fikirlerimiz de uyuşuyor. Üstelik iki aile maddi açıdan birbirine denk sayılır. Bizim kadar olmasalar da durumları iyi. Bu birleşme her açıdan uygun."

"Her açıdan uygun." diye mırıldandı Draco acı acı. Babasına baktı. "James Potter ile daha iyi anlaştığınızı sanıyordum. Yani bir ortak istesen onu tercih etmez miydin?"

Lucius başını salladı. "Evet, ederim. James ile çalışmak çok zevkli. Kıvrak bir zekâsı var. Fakat James'in bazı konularda hassasiyeti olduğu bir gerçek ve bu yüzden bazen fikir bazında onunla karşı karşıya kalabiliyoruz."

"Küçük işletmeleri parçalamak konusunda mı?" Draco hafifçe tebessüm etti. Harry'den az dinlememişti bunları.

Babası omuz silkti. "Zirveye çıkarken küçük otları ezmek zorunda kalabilirsin."

"James Potter, çalışanları korumaya çalışıyor." Genç adam usulca konuşmuştu.

Lucius umursamadı. "Potter duygusal davranıyor, iş hayatında bu büyük bir risk. Nasıl bu kadar başarılı olabildiğini bazen anlamakta zorlanıyorum."

"Geçen sene durumları bizden iyiydi." Dilini tutamamıştı.

Babası ona bir an baktı ve elini salladı. "Hisse senetleri. Bu kadar değer kazanacağını tahmin edemedik, hatamız buydu."

Draco soran bir ifadeyle baktı. "Sadece senetler değil mesele, kar marjları da çok yüksekti."

"Çok fazla vergi ödedik."

Draco güldü. "Hadi baba, mazeret bulma."

Lucius Malfoy çenesini hafifçe yukarı kaldırarak oğlunu süzdü. "Tamam, bizden iyi durumdaydılar. James Potter güçlü bir işadamı, inkâr etmiyorum. Hem birlikte iş yapıyoruz zaten Draco, sense rakipmişiz gibi davranıyorsun."

"Ben mi öyle davranıyorum?" Genç adam cümledeki ironiye gülerek ellerini kaldırdı.

"İş konuşmanız bittiyse konuya dönebilir miyiz?" Narcissa en ufak bir sıkıntı belirtisi göstermeden kadehini yudumladı.

"Elbette hayatım." Lucius karısına kibarca gülümsedi. "Evlilik diyorduk değil mi? Parkinson'lar bize denk Draco. Ama Potter'lar olsa dediğin gibi daha uygun olurdu. Mükemmel bir ortaklık olabilirdi." Hafifçe güldü.

"Evet, Potter'ların kızının küçük olması ne kötü." Narcissa içini çekti.

"Tanrı'ya şükür." dedi Draco ufaklığı düşünürken.

"Tabii istiyorsan büyümesini bekleyebiliriz. On sekizine girse yeter." Lucius oğlunu kışkırttı.

"Olmaz baba, tamam." Blöf olduğunu bilse de, bunu küçük Ria'ya asla yapamayacağını düşünen Draco teslim oldu. O kızı kardeşi gibi seviyordu, nasıl olur da şirketler birleşsin diye evlilik kararı verebilirdi ki… Hem zaten James Potter biricik kızını asla ticari bir evliliğe kurban etmezdi. İşte bu da, Lucius Malfoy'un deyimiyle fikir bazında uyuşmadıkları noktalardan biriydi.

"Sadece Pansy ile tanış Draco. Eğer olmaz dersen, Maureen ile evlenmene engel olmayacağız."

Annesinin olayı bu kadar yanlış anlaması genç adamı rahatsız etti.

"Peki, ikisini de seçmek istemezsem?"

Narcissa Malfoy, sanki böyle bir ihtimal yokmuş gibi bir bakışla baktı ona. "Mantıklı davranacağından şüphem yok."

"Harika. Eş seçme şansım bile yok!" Sesi biraz sert çıkmıştı.

"Sesini yükseltme!"

"Azarlanacak yaşı geçmedim mi anne?"

"Anne olmanın avantajı bu. Altmışına da gelsen Draco, seni azarlama hakkına her zaman sahip olacağım."


Pansy Parkinson, telefonu kapatıp yatağına sırtüstü uzandı. Kafasında birbirinden farklı onlarca düşünce dolanıp duruyordu. Henüz evlilik için vakti olduğunu sanıyordu, ama besbelli ailesi öyle düşünmüyordu. İçinde bulunduğu durumdan nasıl kurtulacağını düşündü. Aslında kurtulmak istiyor muydu, bu da tartışılırdı. Pansy kendini bildi bileli, ailesi ona sadece belli birkaç konuda yaptırımda bulunmuştu ve hepsi de Pansy'nin eninde sonunda onlara hak vermesiyle sonuçlanmıştı. Elbette o zamanlar gençti, fakat şimdi gerekli olgunluğa ulaşmış genç bir kadındı ve mantıklı karar ile duygusal karar arasındaki farkı çok iyi biliyordu. Yan dönüp, elini yanağının altına koydu.

İtiraf etmek gerekirse evlilik kararının bu kadar çabuk çıkmasını beklememişti. Öte yandan alınan karar, doğruluğu sorgulanmayacak kadar da cazipti. Draco Malfoy, İngiltere'nin en zengin varislerinden biriydi. Babası Lucius Malfoy'un şirket yönetimini yavaş yavaş oğluna devrettiği biliniyordu. Daha yirmi altı yaşında olmasına rağmen, genç Malfoy'un başarıları ülke dışında dahi duyulmuştu. Pansy tekrar sırt üstü döndü. Tavana bakarken "Pansy Parkinson Malfoy…" diye fısıldadı. Dudaklarında hafif bir gülüş belirdi. Kuştüyü yastığını aldı ve sarılmadan hemen önce, kar beyazı yastığa, 'sosyetenin kraliçesi olacağım' dedi.

Takip eden birkaç dakika boyunca hayallere daldı. Neden sonra silkinerek kendine geldi. Suçsuz yastığı bir kenara fırlatıp, doğrulup oturdu, kaşları çatılmıştı. Altüst olan planları gelmişti aklına. Sıkıntıyla telefona uzandı ama elini yarı yolda geri çekti. Sanki hissetmiş gibi telefon o sırada çalmaya başladı. Telefonu açıp konuştu, "Evet Monique? Tamam, ilk uçakla evet, otel de sahte isimle olacak unutma, tamam." Telefonu kapattı. İçini çekip sırtını yatağın saten başlığına yaslarken doğru yapıp yapmadığını düşünüyordu. Malfoy'ları asla hafife almamalıydı. Konumunu tehlikeye atacak bir harekette bulunması, sosyetenin kara listesine alınmasına sebep olabilirdi.

Yataktan kalkıp giyinme odasına yöneldi. Ufak bir Louis Vuitton seyahat çantası çıkardı. Gizli bir yolculuk olması gerektiğinden, valizini kendi hazırlasa iyi olacaktı. Birkaç parça kıyafeti ve ihtiyaç duyduğu aksesuarları çantasına koydu. Cep telefonu çaldığında, ipek geceliğini yerleştiriyordu.

"Efendim?" Kısa bir an karşıdakini dinledi. Ve yine sırtüstü yatağına uzanıp iç geçirdi.

"Biliyorum hayatım, ama bir sorun çıktı."


Draco Malfoy, sıkıntı ile çalışma odasındaki masasında otuyordu. Küçük sohbetlerinden sonra ailesine katılmak gelmemişti içinden. Yemekten sonra içemediği içkiyi telafi etmek amacıyla koca bir konyak şişesini yarılamıştı. Üçüncü kadehini de bitirdikten sonra bardağını yan tarafa koydu ve masasındaki dosyalara baktı. Bu gece içinde hiç çalışma isteği kalmamıştı. Dosyaları eliyle kenara çekti, dirseklerini masaya dayadı ve başını ellerinin arasına aldı. Bu hiç hesapta olmayan evlilik işinden kurtulması mümkün değildi. İki ortak her şeyi düşünmüşler ve çocuklarını evlendirmeye karar vermişlerdi. Elbette, onların dünyasında işler böyle yürüyordu, ama onun içinde bir yerlerde, bir gün evleneceği kızı kendi seçme umudu vardı. Bu yanlış bir düşünce de sayılmazdı. Nasılsa Draco gidip sıradan yerlerde takılmıyordu, bir gün o kadın karşısına çıkacak ve kalbini çarptıracaktı. Başını kaldırıp yüzünü buruşturdu. Tamam, hayaldi bu. Muhtemelen kalbini falan çarptırmayacaktı, ama evliliğe uygun diye onay vereceği birisi olacaktı en azından. Çevresindeki sosyete dilberlerinin içinde, bu hepsinden daha uygun diye düşüneceği bir kadın olacaktı. Özel ve hayranlık uyandıran bir kadın. Ama umutlar teker teker buhar olup uçmuşlardı.

Tekrar koltuğuna yaslanırken kaşlarını çattı. Pansy Parkinson… Bu, karısı olması planlanan genç bayanı görmemişti bile. Sosyete dergilerinde resmi de yoktu hiç. Tamam, bu kötü bir şey değildi. Sağda solda onunla bununla çekilmiş resimleri olsa bu daha kötü olurdu, ama gene de en azından bir resmini görebilmiş olsa belki kendini daha iyi hissederdi. Hoş, resimden dış görünüşü dışında ne anlayabilirdi, orası da tartışılırdı şüphesiz, ama genç, yaşlı her erkekte olduğu üzere, ambalajı görme isteği baskın çıkmıştı. Bir kadeh daha doldurmak için şişeye uzandı, ama sonra elini çekti. İçki onu şu an yatıştırmayacaktı. Aslında konuşabileceği birine ihtiyacı vardı. İç geçirip telefona uzandı. Birkaç saniye içinde cevap geldi. "Alo?"

"Selam Harry, yatmış mıydın?"

Kısa bir an cevabı dinledi. Güldü. "Açıkçası saatten haberim yok. Farkına bile varmadım." Tekrar sustu.

"Hayır hayır, endişe edilecek bir şey yok, ya da yok sayılır diyelim. Ama kuvvetli bir içkiye ihtiyacım var."

Gelen cevapla gülümsedi. "Eminsin değil mi? Rahatsız etmek istemem, ama evde duramayacağım."

Derin bir nefes alarak başını salladı. "Tamam, evet otelde. Çok teşekkür ederim. Hemen çıkıyorum. Bir saate yetişirim. Görüşürüz."

Telefonu kapatıp masaya bırakmak üzereyken, son anda cebine koydu. Dalgınlıkla orada burada unutup sıkıntı çekiyordu. Gerçi beş tane telefonu vardı zaten, ama insan hepsini mi kaybederdi canım? Tekrar iç çekerek kalktı. Bir dost ile içki içmek iyi fikirdi. Harry eve daha yeni geldiğini söylemişti. Ama onun hatırı için çıkacaktı.

Harry Potter, onun en iyi arkadaşıydı. İkisinin arkadaşlıkları bebekliklerine dayanıyordu. Birlikte büyümüşler, birlikte yaramazlık yapmışlar, birlikte okula gitmişler ve birlikte kız peşinde koşmuşlardı. Gerçi Draco babası tarafından çok erken yaşta şirket için eğitilmeye başlamıştı, ama yine de Harry ile arada sırada takılmayı başarmıştı. Harry ise hayatın tadını çıkarmakla meşguldü. Draco ona bu konuda hep gıpta etmişti. Ama tüm aileler aynı olmuyordu. Elleri ceplerinde, doğu kanadına giden koridoru arşınlarken, evli bir adam olma düşüncesini Harry'nin nasıl karşılayacağını düşünüyordu. Arkadaşı epey gülecekti muhtemelen. Odasına girip sıkıntıyla etrafa bakındı. Keşke kendisi de gülebilseydi. Yan taraftaki giyinme odasına girip bir uçtan bir uca dolaplardan birinin kapağını açtı. Yeni bir gömlek ve takım çıkarıp giyinmeye başladı. Birkaç dakika sonra aşağıdaydı. Ona yaklaşan uşak sessizce emir beklerken, Draco yumuşak bir dille mırıldandı. "Silas, şehre dönüyorum. Orada kalacağım. Sen iletirsin, anlayacaklardır."

Silas eğildi. "Elbette Mr. Malfoy. Şoföre haber vereyim mi efendim?"

"Hayır, gerek yok. Bentley'i almıyorum." Uşak tekrar eğilip onun için kapıyı açtı.

Birkaç dakika içinde Draco Malfoy, kırmızı bir Ferrari'nin sürücü koltuğuna kurulmuş, sanki bir şeylerden kaçmak ister gibi gaza sonuna dek basarak yola koyulmuştu. Araba, kilometreleri oburca yutarken Draco düşünüyordu. Pansy Parkinson denilen hanımefendi şu an ne yapıyordu acaba?


Londra'nın merkezi semtlerinden birinde, uyuyan genç bir kadın, kapı zilinin ısrarla çalması ile uyandı. Saatine bakıp homurdanarak kalkarken, bu saatte gelebilecek arkadaşlarının ve onları buna itecek olayların listesini yapmaya çabalıyordu. Işıkları yakıp esneyerek kapıya ilerledi.

"İşte bu ilginç." Kahverengi saçlı genç kadın şaşkınca davetsiz konuğuna baktı.

"Beni içeri almayacak mısın, Hermione?" Pansy Parkinson, her zamanki yarı alaylı yarı gizemli gülümsemesi ile kapıda dikiliyordu. Simsiyah saçları düzgünce toplanmış ve ensesinde taşlı bir toka ile tutturulmuştu. Üstünde, klasik İngiltere havasına tam olarak uyan krem rengi bir trençkot ve içinde de toz kahve ince bir ceket, etek takım giyinmişti. Her saat ve koşulda mükemmel olmayı başaran bu afete hafif bir kızgınlık duyan ev sahibi, kendi düz beyaz pijamalarına bakıp iç geçirerek kapıyı sonuna dek açtı.

"Davetsiz geldiğim için özür dilerim, ama sen her zaman gelebileceğimi söylemiştin."

"Teklifim genelde insanların uyanık olduğu saatleri kapsıyor, ama önemli bir şeyse affedeceğim." diye takıldı Hermione. İkisi sarılırken, Hermione, birlikte oldukları her zaman olduğu gibi, şu anda da bu arkadaşlığa şaşırmaktan kendini alamadı. Pansy'nin yüzündeki ifadeye bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştı, ama bu nafile bir çabaydı. Pansy uçaktan bile düşse, sakin ve sessiz görüntüsünü korumayı başarırdı herhalde. Bu düşünceyle gülümserken, arkadaşını içeri davet edip, kapıyı kapattı. Ufak valizi kapının yanına bırakan Pansy, üstünü çıkarıp, genç kızın almak için uzanan ellerine bıraktı ve etrafına bakınarak salona geçti. Bu eve daha önce hiç gelmemişti, Londra'ya geldiği iki seferde de Hermione ile dışarıda buluşmuşlardı. Elindeki yumuşacık, kaliteli trençkota başını sallayan genç kız ise, onu yandaki iki kapılı dolaba asıp, arkadaşının peşinden topu topu dört adım ileride olan salonuna girdi.

Pansy beyaz koltuğa otururken, "Evin çok hoşmuş." diye konuştu.

Hermione gülümsedi. "Senin alışık olduğun tarzda değil, biliyorum, ama ben çok seviyorum."

"Sade." diye bildirdi Pansy, ama merakla salonu dolaşan bakışlarından bunu rahatsız edici bulmadığı belli oluyordu. Hermione gülümseyerek başını salladı. Pansy evi sevmese, bunu gayet rahat dile getireceğinden emindi.

Genç kadın, bu evde yaşayabildiği için çok mutluydu. Daha büyük bir yerin kirasını ödemeye gücü yetmezdi. Aslında burası bile onun için biraz lüks sayılırdı, ama işte bir şans eseri bu daireye sahip olmuştu. Babasının daimi hastalarından birisinin, evini kiraya vermek için düzgün birini aradığını söylemesi üzerine, babası kızını önermişti. Ev sahipleri ile hep birlikte yedikleri bir akşam yemeği neticesinde yaşlı çift Hermione'yi sevmişler ve evlerini içleri rahat olarak normal ederinden daha az bir fiyata ona teslim etmişlerdi. Hermione de babasının yüzünü kara çıkarmamış, bugüne kadar kirasını hiç aksatmamıştı. Şanslıydı, çünkü ev sahiplerinin zaten paraya pek ihtiyaçları yoktu. Sadece emeklilikleri sonucunda ülke ülke gezerken, kiracı sorunu yaşamayı istememişlerdi ve bu onlar için de iyi bir çözüm olmuştu. Bu denk gelmemiş olsa, Hermione'nin bu kadar iyi bir semtte bu fiyata oturması hiç de mümkün olmazdı.

Genç kadın, beşinci katta, iki oda bir salondan oluşan dairesini, biraz zamanını alsa da tam da istediği gibi sade döşemişti. Bembeyaz duvarları, beyaz seramikleri ve yere kadar inen kocaman pencereleri ile insanın içini açan ufak, ama aydınlık bir salonu vardı. İki yanı kaplayan yumuşak beyaz koltuklar, yan tarafta iki siyah sehpa ile tamamlanıyordu. Üstlerinde birbirinin eşi, yumuşak ışıklı birer abajur vardı ve salonun tüm ışığını onlar sağlıyordu. Sol taraftaki duvarda modern bir resim asılıydı. Yerde kenarlarında incecik beyaz çizgileri olan siyah bir halı, üstündeki beyaz orta sehpası ile kontrast oluşturuyordu. Yanda yine beyaz bir masa ile siyah kenarlı beyaz sandalyelerden oluşan yemek masası takımı ve tam karşısında siyah bir konsül ve üzerindeki duvara asılı büyük bir ayna vardı. Koltukların karşısındaki duvarda saydam çift katlı bir sehpa üzerinde babasının hediye ettiği televizyon ve müzik seti duruyordu. Odada başka hiç eşya yoktu. Çünkü Hermione insanların odalarını kaplayan vitrinler, gereksiz süsler, örtüler, çerçeveleri içinde sehpaların üzerine koydukları resimler ve biblolar gibi ıvır zıvırlardan oldum olası nefret ederdi. Müsamaha gösterdiği tek şey tablolardı. Eve taşındığı zaman gelen tüm hediye biblo ve süsleri de annesine vermişti. Salonda süs sayılabilecek tek eşya, duvardaki resmi saymazsak, aydınlatma görevini üstlenen iki abajurdu. Onlar da son derece sade seçilmişlerdi. İşinden geldiğinde gözünü asla yormayan bu sade salonda, bir fincan kahve ile rahat rahat müzik dinlemek onun en büyük zevklerinden biriydi. Eviyle gurur duyuyordu ve buna ihtiyaç duymasa da, Pansy'nin salonuna onaylayıcı bir bakış atması hoşuna gitmişti.

"Anlat bakalım, seni gecenin bu saatinde Paris'ten buraya getiren nedir?"

Pansy ilgisini arkadaşına çevirirken arkasına yaslandı ve zarif bir hareketle bacak bacak üstüne attı.

"Evleniyorum."

"Ne? Ah harika!" Duraksayan Hermione arkadaşının yüzüne baktı. "Hımm galiba harika değil. Peki, kiminle diye sorabilir miyim?"

"Draco Malfoy."

"Malfoy? Malfoy? Dur dur! Hani şu Malfoy Holding'teki Malfoy gibi mi?"

"Ta kendisi."

Hermione uzun bir ıslık çaldı. "Vay canına! Lucius Malfoy'un oğlu ha?"

Pansy sadece gülümsedi.

"Sanırım seni tebrik etmem gerek, ama nedense içimden bir ses bunu istemediğini söylüyor."

Siyah saçlı genç kadın kelimeleri dikkatle seçti. "Şu an düşüncelerim başka yönde diyelim."

"Uf! Fena. Adı ne?"

"Blaise."

Hermione gözleri açıldı. "Ama geçen sene onunlaydın. Bu aynı Blaise mi?"

"Evet."

"Vay! Pansy, bir senedir aynı adamlasın. Dehşet içinde titriyorum."

"Dramatize etmene gerek yok."

"Tamam." Hermione gülerek koltukta geriye gitti ve çıplak ayaklarını altına alıp, arkasına yaslandı. "Onu seviyor musun?"

"Saçmalama."

"Peki, o seni seviyor mu?"

"Bilmem."

"Nasıl yani? Sana âşık mı değil mi?"

"Aşkın gözü kördür, ama paranın kokusunu alabilir." dedi Pansy omuz silkerek.

"Hımm… Yani bu Blaise senin paranın peşinde mi?"

Pansy bir saç telini yüzünün önünden arkaya aldı. "Erkeklere güven olmaz. O yüzden işini sağlama alacaksın."

"Malfoy ne olacak?"

"Ah! Onunla evleneceğim tabi." dedi Pansy zarif bir hareketle bacağını tekrar indirerek. "O ülkenin en zengin adamı, ayrıca kültürlü, üstelik çok yakışıklı. Evet, bir playboy, ama kim takar? Hem ben de rahibe değilim." Bütün cazibesini ortaya çıkararak gülümsedi. "Onu elde edebilen kız, dünyanın en şanslı kadınıdır, Hermione ve bu ben olacağım."

"Blaise ne olacak?"

Pansy'nin gülümsemesi silindi ve kız ters ters arkadaşına baktı. "Geldiğimden beri özneleri değiştirip değiştirip aynı soruları soruyorsun."

Hermione kıkırdayarak ellerini iki yana açtı. "Pansy durum biraz tuhaf, sadece anlamaya çalışıyorum." Sonra genç kadının kızdığını fark edip toparlandı. "Tamam, özür dilerim. Şimdi toparlayalım. Sen Malfoy ile evleniyorsun. Ama bir de Blaise var ve eee-Tanrı aşkına Pansy, az önceki sorumu tekrarlamak üzereyim."

İki kadın bir an birbirlerini süzdü ve birdenbire kahkahalara boğuldular. Nihayet gülmeleri hafiflerken, Hermione koltuğun beyaz yastığını kucağına aldı ve eliyle gözlerini sildi. Pansy de öndeki sehpaya bıraktığı çantasını aldı ve içinden bir mendil çıkarıp içini çekti.

"Off, bu iyi geldi." Genç kadın toparlanmaya çalışarak tekrar arkasına yaslandı. Biraz gevşemişti sonunda. Akşam yemeğinden beri üzerinde oluşan gerginlik yavaş yavaş azalıyordu. İkisi de gülümseyerek birbirlerini süzdüler.

"Tamam, bir kahve yapayım da kendimize gelelim. Bu arada sen de şu işi en baştan anlatırsın, olur mu?"

Hermione kalktı ve mutfağa gitti. Pansy, abajurlardan yayılan yumuşak ışık altında siyah beyaz salonu süzdü. Kısa bir süre, tek başına yaşayabildiği, kendi işini kurduğu, seçim yapma hakkına sahip olabildiği ve kurallarla sınırlandırılmamış özgürlüğü için arkadaşına imrendi. Sonra yılların eğitimi baskın geldi ve durumunu kabullenerek kalkıp, yere kadar inen pencereye yaklaştı. Kollarını kavuşturup, Paris'in bol ışıklı karanlığından daha farklı olan geceye bakarken, birkaç ay sonra hiç tanımadığı bir adamla evli olacağı fikriyle sarsıldı. Her ne kadar kendini doğru sebeplere ikna etmeye çabalasa da, yüreğinde bir yer, bir yabancı ile evlenme düşüncesinden fena halde ürküyordu.

"Kahve hazır."

Dumanı tüten, mis kokulu iki fincan ve bir tabak kurabiye dolu bir tepsi ile Hermione salona girdi. Tepsiyi ortadaki sehpaya koyup, sehpayı altından tutarak büyük koltuğun tam önüne çekti. Pansy ona gülümseyerek koltuğun diğer ucuna oturdu. Hermione kendi fincanını alırken, bir tane de kurabiye kaptı ve koltukta yan dönüp arkadaşına baktı. "Dinliyorum." Kurabiyesini ısırdı.

Pansy de fincanına uzanıp bir yudum aldı ve akşam yemeğinden sonra ailesinin nasıl da ani teklifle -hayır buna teklif denemezdi, bu düpedüz emirdi- ani emirle geldiklerini anlatmaya başladı. Bitirdiğinde Hermione içini çekti. "Doğrusu sizin düşünce tarzınızı anlamakta zorlanıyorum, ama seni tanıdığım süre içinde buna alışık olduğunu düşündüm. Fakat Pansy, evlilik, of bu o kadar zor ki. Yani bütün hayatını o adamla yaşayacaksın. Tanımadığın, sevmediğin bir adamla nasıl evlenebilirsin ki?"

"Sözlendiğimiz süre içinde tanışmamızı bekliyorlar."

"Bu mudur yani?"

Pansy boş fincanını sehpaya bıraktı. "Açıkçası sosyete evlilikleri zaten belirlidir, Hermione. Yani ufak bir kızken büyüdüğünde kiminle evleneceğini aşağı yukarı bilirsin. Çok ender yanılırsın. Çünkü evliliklerde aileler, çevre, sosyal konum ve iş başrolü oynar."

"Peki ya aşk?"

"Aşk dediğin şeyin bedeli bizim gibilerin karşılayamayacağı kadar ağırdır."

Hermione ona dik dik baktı. "Aşk fakirler içindir cümlesinin cafcaflı şekli mi bu?"

"Öyle de diyebilirsin."

"Lafını sakınsan ölür müsün?"

"Senden öğrendim, Herm." Pansy hınzırca gülümsedi.

Hermione gözlerini devirip boşalan iki fincanı aldı ve mutfağa yürürken konuştu. "Şunları doldurayım tekrar. Bu arada yarın iş günü olduğunu bildiğini umuyorum."

Pansy mutfaktan duyulsun diye sesini biraz yükselterek cevapladı. "Sanırım öyledir, ama taa Fransa'dan arkadaşın geldiğine göre bir incelik yaparsın."

Hermione mutfağında kahve makinesini tekrar çalıştırırken gözlerini devirdi. Zenginler için her şey ne kadar kolaydı. Derin bir nefes alıp tezgâha dayandı. Belki de o kadar kolay değildi, baksana bir yabancıyla evleniyordu ve ikisi tanıştıkları sırada Pansy'nin tüm hayatı planlanmıştı. Oysa o kendi hayatını kendi planlamıştı. Bu açıdan bakıldığında çok şanslıydı genç kadın. Kendi evinde kendi istediği gibi yaşayabiliyordu. Dudaklarında bir gülümseme belirdi. Etrafına şöyle bir baktı. Habersiz bir misafir gözüyle incelemeye çalıştı. Uçuk mavi ve gri tonlarında döşenmiş modern bir mutfaktı. Yine tıpkı salonu ve diğer odalarında olduğu gibi, toz gri granit tezgâh üzerinde, sürekli kullanılan kahve makinesi haricinde tek bir eşya yoktu. Alt ve üstteki kapalı dolaplar her şeyi gözden saklıyorlardı. Mikrodalga ve tost makinesi gibi eşyalar bile duvarın yanındaki tavana kadar uzanan dolabın açık raflarına yerleştirilmişler ve tezgâh üzerindeki göz kalabalığı yapan görüntüleri mat camdan bir kapakla engellenmişti. Köşedeki küçük masa ve dört sandalye de çıkıntıya ustalıkla yerleştirilmişti. Mutfak üzerinde epey çalışması gerekmişti. Ama en çok diğer odalar için fazla bir şey yapmak zorunda kalmadığı için mutluydu. Sadece eşyaları almış ve yerleştirmişti. Ve hâlâ taksitlerini ödüyordu. Ailesi biraz daha beklemesini söylese de, salonun taksiti için bir yıl beklediğini hatırlatmış ve evin kalanı için beklemenin saçma olduğunu iddia etmişti. Tüm ödemeler bir arada çıkardı en azından. Makinenin ışığı sönünce döndü ve fincanları doldurdu.

"Demek bir incelik istiyorsun?" Salona döndüğünde arkadaşına gözlerini kısarak baktı. Pansy fincanını alırken sevimli sevimli gülümsedi. "Bir ortağın var Hermione, neydi Gina mı, neyse yani gitmesen de olur nasılsa, değil mi?"

"Ginny. O da böyle düşünürse dükkânın hali ne olur Pansy?"

"Eh, o da var tabii."

Hermione kahvesini yudumladı. "Biz Ginny ile eşit şartlarda çalışıyoruz. Ben bir gün işe gitmezsem, onun da bir gün gitmeme hakkı oluyor. Önceleri önemli değil dedik, ama sonra kimsenin hakkı kimseye geçmesin istedik. Hem böylece ikimize de uzun süreli tatil şansı çıkıyor."

"Mantıklı."

"Evet. Tamam, söyle bakalım, ne yapacaksın? Geldiğinde karar vermiş gibi görünüyordun."

"Elbette. Düşünülecek bir durum yok. Malfoy'la evleneceğim ve kraliçe olacağım."

Hermione korkuyormuş gibi yaparak geriledi. "Uuuv, Pansy gören de saraya giriyorsun sanır, hem bu adamın annesi yok mu? Orada kraliçe odur herhalde."

Pansy omuz silkti. "Narcissa Malfoy becerikli bir kadındır. Yani annem öyle diyor. Ama eve gelin girince pabucu dama atılacak. Bunu göze alması gerektiğini bilmesi lazım."

"Peki ya Lucius Malfoy?"

"Ne olmuş ona?"

"Yani adam her şeyin sahibi Pansy. Ya da senin deyiminle oranın esas kralı o. Yani aslında sen sadece prenses olacaksın canım."

Pansy onun masumca göz kırpıştırmasına karşılık yüzünü ekşitti. "Tatlım beni tanırsın, hemen olmasa bile en geç bir sene içinde kraliçelik benimdir. Lucius Malfoy her şeyi oğluna devrettiğinde zaten onun dönemi bitecek. Draco etkin olacak ve artık emirler ondan çıkacak. Narcissa Malfoy da istediği kadar parti planlayabilir, ama ben gelecekteki Mrs. Malfoy olacağım. Dolayısıyla benim sözüm geçecek."

Hermione bu planlara hafif bir ıslık çaldı. "Ne diyeyim? Umarım haklı çıkarsın Pans. Ama bu Draco'nun nasıl biri olduğunu bilmeden konuşuyorsun, ya adam annesine çok değer veriyorsa? Ya onu asla ikinci plana atmazsa? Ya da belki o evdeki asıl güç Draco'dur, bilemezsin ki."

"Hermione saf saf konuşma! Erkekler, hayatlarının sadece bir devresinde evlerinin tam hâkimidirler. O da doğdukları günden üç yaşına kadar oldukları zamandır."

Hermione kahkahayı patlatırken, Pansy yüzünü buruşturup ekledi. "Aslında bu söz epey tartışmalı sayılabilir, özellikle de erkeklerin hiç büyümediklerini düşünecek olursak."

"Bak ben de tam bunu söyleyecektim."

Tekrar gülüştükten sonra Hermione devam etti. "Peki, Blaise bu duruma ne diyor?"

Pansy ona garip garip baktı. "Ona söylediğimi de nereden çıkardın?"

"Tanrı aşkına Pansy, adamla çıkıyorsun, ama birkaç aya kadar başkasıyla evleneceksin. Sence bir açıklamayı hak etmiyor mu?"

"Eninde sonunda öğrenecek."

"Nasıl bu kadar kayıtsız olabilirsin? Bir erkek sana aynısını yapsa ne hissedersin?"

Pansy güvenle güldü. "Birincisi, ben kendimi asla o duruma düşürmem. İkincisi, hak dediğin şey, çıktığın kişiyi hangi konuma yerleştirdiğine bağlı. Ben sadece eğleniyorum. Blaise de bunu biliyor ve kabulleniyor."

"Değer vermiyorsan neden bu kadar uzun süredir onunla birliktesin?"

"Açıklayayım; erkekler ayakkabı gibidirler şekerim, her tipte ve çeşitte bulunurlar. Ama her zaman yenisi, daha iyi bir tasarımı, daha kalitelisi, daha albenilisi olacaktır. Yine de biz kadınlar bazılarına öyle yürekten bağlanırız ki, dağılıp parçalanana dek onları kullanırız."

Hermione tuhaf bir ifadeyle ona baktı. "Ayakkabıyı ayağıma giyiyorum, Pansy."

"Biliyorum." dedi kız havalı havalı. "Olay da bu ya zaten."

Genç kız cık cık diye arkadaşını kınayan bir ses çıkarınca Pansy gözlerini kıstı. "Başıma erkek savunucusu kesilmeyeceksin herhalde?"

"Sadece iki farklı cinsiz, Pansy. Onlar da bizi anlamakta zorlanıyor çoğu zaman."

"Tatlım, erkekler kadınları anlamaya çalışmazlar ki, onların iki istekleri vardır; seks ve para. Hele bir de ikisini bir arada bulurlarsa…" Sustu ve anlamlı bir ifadeyle ona baktı.

"Tamam, pek de romantik olmadıklarını kabul ediyorum, ama ben yine de sevebileceklerine inanıyorum."

"Hayallerle yaşamaya devam et o zaman."

"İnan, iki insan birbirini sevebilir Pansy. Ya birine âşık olsaydın ne yapardın?"

"O şekilde erkek seçmek rastgele yapılan bir alışverişe benzer Hermione, bir hevesle alırsın ve eve götürdüğünde hiçbir eşyana uymadığını fark edebilirsin. Ve daha kötüsü," Pansy ona dönüp tek kaşını kaldırdı. "Bu alışverişin iadesi zordur."

"Bu benzetme hiç hoşuma gitmedi."

"Gerçekler acıdır tatlım."

"Ama sen her şeyi alışverişe döküyorsun." Genç kız arkadaşının yetiştiriliş ortamını biliyordu, ama duygusuzluk sınırlarını zorladığı zamanları sevmiyordu. Kaldı ki Pansy ne kadar öyle davransa da, Hermione onun duygusal anlarını da biliyordu. Paris'te onunla ilk karşılaştıkları andan beri hem de. Yine de Pansy sert koşulları olan bir dünyadan geliyordu ve bu onu acımasız yapmıştı.

"Hayatta her şey bir alışveriştir, Hermione."


Draco Malfoy, Ritz Oteli'nin kapısından girmek üzereyken, duyduğu tanıdık motor sesiyle gülümseyerek döndü. Simsiyah bir Lamborghini, köşeden dönerek otelin hemen önünde durduğunda, elini cebine sokarak bekledi. Resmi giyimli, beyaz eldivenli bir otel görevlisi şoförün kapısını açtı. Arabadan inen siyah saçlı genç bir adam, kafasını kaldırıp hemen merdivenlerin üstünde bekleyen Draco'yu görünce gülümsedi. Arabayı görevliye bırakıp birkaç kelime mırıldanarak yukarı çıktı. İki adam el sıkıştı ve saygıyla kapıyı açan görevlinin önünden geçerek içeri girdiler.

"Ona arabaya dikkat etmesini mi söyledin?" Draco sırıtıyordu.

Arkadaşı umursamadı. "Sanki sen yapmıyorsun." İkisi de güldü. Selamlanmalar ve hoş geldiniz lafları arasında, haşmetli salonu geride bırakıp bar tarafına ilerlediler.

Ritz Oteli'nin meşhur barı Rivoli, ışıltılı görüntüsü ve göz alıcı dekoru ile eski dönemin süslü mimarisinin enfes bir örneğiydi. İncecik altınla işlenmiş art deco tarzındaki salon, hint ağacından zemini, üstü ışıl ışıl kaymaktaşından yapılmış barı ve Lalique stili cam paneller ilave edilmiş cilalı kâfur ağacından sütunları ile konuklarına mükemmel bir görsel şölen sunacak şekilde tasarlanmıştı.

Piccadilly Meydanı'na bakan, altın kilit taşından külçeler ile süslenmiş, art deco amblemli pencerelerinde, kadife ve ipekle işlenmiş, kum saati biçimde asılı perdeler bulunuyordu. Gümüş kokteyl karıştırma kapları, ışıl ışıl kristaller ve şampanya kovaları, barın ardındaki cam duvardan yansıyordu.

Dileyenlerin yüksek sırtlı ahşap sandalyelerinde, mermer barda aperatif alabilecekleri, arzu edenin de leopar desenli kadife koltuklara oturup, menüden sipariş verebilecekleri uzun salonu, yaldızlı kubbeli tavanı içerisinde, cam sanatının en güzel örneklerinden birini sergileyen Venedik kristali avizeler aydınlatıyordu. Dekorla hafif bir kontrast oluşturulması için yere serilmiş geometrik desenli iki şahane halı, salonun muhteşem dekorunu ön plana çıkarıyordu. Parisli sanatçı Jean Dunand tarzı, altın ve gümüş yaprak stili ile boyanmış dört ayna ışığı akıllıca yansıtıyor, odanın her iki ucundaki duvarları da, ünlü Yugoslav asıllı sanatçı Mestrovic'den esinlenilmiş, iki büyük altın, bakır ve gümüş karışımı kabartma panel süslüyordu.

Kot pantolon ve spor ayakkabı tarzı şeylere asla izin verilmeyen bu şık yer, sıkış sıkış olmaması sebebiyle rahatça sohbet edebilmek isteyen müşterileri tarafından özellikle tercih edilirdi. Ve bu akşam Draco'nun tam da böyle bir şeye ihtiyacı vardı.

İki genç adam kapıda belirdikleri an, otelin daimi müşterilerinden birini görür görmez önlerinde biten metrdotel, onlara her zaman tercih ettikleri masaya doğru yol gösterdi.

"Mr. Malfoy, Mr. Potter hoş geldiniz efendim." Meydana bakan pencerenin yanındaki rahat koltuklara oturup siparişlerini verdiler.

"Geldiğin için sağ ol Harry."

"Rica ederim. Çok geç sayılmaz."

"Açıkçası evde içki şişesiyle uyumak istemedim."

Arkadaşı da kendisiyle birlikte gülmesine rağmen, Harry durumun ciddiyetini hissetmişti. Konuşmaya girmeden önce içkilerinin gelmesini bekledi. İlk yudumu aldıklarında Draco sessizliği bozdu.

"Cho nasıl?"

Siyah saçlı genç adam omuz silkti. "İyi." Arkadaşı ona dikkatle baktı. Dışarıdan belli olmasa da aralarında bir şeylerin yolunda olmadığını biliyordu, ama Harry konuşmak isteyene kadar sessiz kalmaya kararlıydı.

"Annem haftaya parti olduğunu söyledi."

Harry içini çekti. "Evet."

Bu kısa cevaplar konunun kapanmasının arzu edildiğinin belirtisi olduğundan Draco pencereye döndü. Bir süre sustuktan sonra bombayı patlattı. "Hakkımda evlilik hükmü verildi."

"NE?" Harry'nin gözleri şokla açıldı. Açıkçası bu hiç de beklediği bir şey değildi. Olsa olsa babası ile bir sorunları olduğunu düşünmüştü, ama yanılmıştı. İfade ediş tarzından Draco'nun da bunu beklemediği fark ediliyordu. "Tanrım! Bunu beklemiyordum."

Draco acı acı gülerek gözlerini ona çevirdi. "Sıraya gir!"

"Gelin adayı kim?"

"Parkinson'ların kızı."

"Parkinson?" Harry uzun bir ıslık çaldı. "Nihayet senden daha zengin olacağım diyorsun."

"Ben zaten senden daha zenginim."

"Ancak rüyanda."

"Bunca yıl böyle mi sandın? Baban sana gerçeği söylemedi mi küçük müdür?"

"Hey! Belden aşağı vuruyorsun." Harry suratını asmıştı. "İyi bir arkadaş bunu yapmaz."

"İyi bir arkadaş dürüsttür." Draco sırıttı.

"Bu nitelik sen de var mı büyük müdür?"

"Kalbimi kırıyorsun."

"Olmayan bir şeyi kıramam."

"Bak, şimdi de sen belden aşağı vuruyorsun."

"Eee, iyi bir arkadaş dürüsttür." Bu sefer Harry sırıtırken, Draco ona gözlerini devirip arkasına yaslandı.

Harry Potter, zümrüt yeşili gözleri ve simsiyah saçları ile Draco'nun tam zıttı bir görünüşteydi. Saçları her zaman biraz asice dağınık durur, bu genç adamın takım elbisesi içinde bile hafif derbeder bir görüntü çizmesini sağlayarak, kadınların gözünde çekiciliğini artırırdı. Oysaki jilet gibi ütülü gömleğinden, ışıl ışıl ayakkabısına kadar bir kusursuzluk örneğiydi. Ardına yaslanıp dışarıya bakan Draco'yu süzdü. Gerçekte arkadaşının ona takılmasına kızmıyordu. Hiç kızmazdı. İki arkadaşın durumları sanki aynı gibi görünse de, aslında birbirinden farklıydı. Draco, her şart ve koşulda hayatın tadını çıkarıp, sınırsızca para harcarken, Harry Potter ve babası arasında özel bir anlaşma mevcuttu. Dolayısıyla Potter ailesinin müthiş zenginliğine rağmen, Harry'nin somurtsa bile aşamadığı sınırları vardı. Bu, genç adamı bazen Draco karşısında eli kolu bağlı bir duruma getirirdi, ama üzülse de yakınmaz ve dürüstçe durumunu belirtip gülerdi. Draco en yakın arkadaşıydı. Birbirlerinden bir şey saklamazlardı. Bu durumu, genelde esprilere konu olsa da, bazı eğlencelere birlikte katılmalarını önlüyordu, ama Draco hassas davranıp, mesela biletleri falan kendisi tedarik ederek, Harry'yi sıkıntıya sokmadan ve zor duruma düşürmeden ortama katılımını bizzat sağlıyordu. Harry bunun farkındaydı, ama tam tersi bir durum olsa kendisinin de aynını yapacağını bildiği için, ortada gurur meselesi yapacağı büyüklükte bir miktar olmayınca ses çıkarmıyordu. Bardağını masaya seslice bırakıp Draco'ya gülümsedi. "Demek evleniyorsun?"

Sarışın genç adamın yüzündeki dalgın ifade hemen kayboldu ve yerini sıkıntı aldı. Harry, onun oldukça zor bir durumda olduğunun farkındaydı. Zaten büyük bir sorun olmasa, ta evinden buraya çıkıp gelmez, Harry'yi de yanında sürüklemezdi. Ama Harry bile sorunun evlilik kaynaklı olmasını beklemiyordu. Gerçi bugünün eninde sonunda geleceğini biliyordu, ama bu kadar erken olacağını bilmiyordu. Şunun şurasında daha yirmi altı yaşındaydılar. Önlerinde eğlenecekleri epey bir zaman vardı. Kendisi Draco'nun kusursuzluk odaklı aile yaşamını iyi bilen birisi olarak, bu evliliğin ona mutluluk getirmeyeceğini de biliyordu. Elbette mucize denen şeyin kendisini ne zaman göstereceği belli olmazdı, fakat onların dünyasında mucizelere pek rastlanmazdı. En azından duygusal olanlarına.

"Kesin mi dostum? Yoksa sadece teklif mi?"

Draco içini çekerek elini saçlarından geçirdi. "Bildirim diyelim."

Harry de içini çekti. "Zaman belli mi?"

"Bir ay sonra tanışma olacak."

"Hımm, epey ciddi."

"Öyle."

Sessizlik uzayınca Harry sordu. "Ne yapmayı düşünüyorsun?"

"Açıkçası bir seçeneğim yok." dedi sarışın adam iç geçirerek. "Babam bunu uygun bulduklarını söyledi. Zaten onu tanıyorsam, Parkinson'larla çoktan konuşup anlaşmıştır bile. Yani yapacak bir şey yok."

"Evleneceksin."

"Evleneceğim."

Harry, ailesinin kendisini zoraki evlendirmesini hayal edip yüzünü buruşturdu. O bir Malfoy değildi elbette, ama sosyetenin bir mensubuydu. Dolayısıyla Potter dahi olsa, benzer bir durumla karşılaşıp karşılaşmayacağı da hiç belli olmazdı. Kısa bir süre iki arkadaş, neler olabileceği ve neler yapılabileceği üzerinde konuştular, ama sonra elleri kolları bağlı arkalarına yaslandılar.

"Aslında mantık doğru." diye itiraf etti sonunda genç Malfoy. Harry başını salladı. Parkinson adı Malfoy ve Potter kadar olmasa da diğer tüm isimlerin başında yer alıyordu. Malfoy ve Potter isimleri, pek çok kadına hasretle iç çektirirdi. Fakat olay sadece sınırsız zenginlik değildi. İki ailenin de yakışıklı, kültürlü ve mükemmel erkek sıfatına cuk oturan iki oğlu olması haklı bir arzu uyandırıyordu. Her açıdan kusursuz görünen iki aile ile ilgili evlilik haberleri de merakla karışık bir kıskançlıkla bekleniyordu. Yani genç bayan Parkinson bu açıdan bakıldığında epey şanslı sayılırdı. Tabii ki kızı henüz görmemişlerdi. O yüzden Draco'nun da şanslı olup olmadığını bilmiyorlardı. Parkinson ailesi ne kadar zengin olsa da, bu kızlarının mükemmel olduğunu göstermezdi. Çevrelerinde de bir sürü sosyete güzeli vardı, ama onlar bazılarına zorlukla tahammül edebiliyorlardı.

Draco yeni gelen kadehini bir seferde bitirip yüzünü buruşturdu. "Bugün içkiden bile keyif alamıyorum."

Harry anlayışla gülümsedi. Arkadaşı söylemese de halinden, içmeye buraya gelmeden önce başladığını anlardı. Aslında onlar, normalde sürekli içmek ya da eğlenmek yerine, iş çıkışı birer tek atmayı tercih ederlerdi. Ama bu gece farklıydı tabii. Birkaç aya kadar arkadaşının evli bir adam olabileceği fikriyle sarsıldı. Sıkıntıyla içini çekerken kendisinin de buna alışması gerekeceğini düşündü.

"Belki hemen teslim olmamalısın." Harry, durumun ortada olduğunu adı gibi bilmesine rağmen, arkadaşını teselliye uğraşıyordu.

"Bir fikrin var mı?" diye alayla sordu Draco. "Kadere razı olmamı söylemeyecek misin?"

Harry ağır ağır kadehini masaya bırakıp sırıttı. "Belki."

"Ne?" Arkadaşının gözleri yavaştan açılmıştı.

"Ne derler bilirsin, kadınlar ayakkabı gibidir, en kalitelisi bile eninde sonunda deforme olur."

Malfoy gülmeye başladı. "Bu Sirius'tan değil mi?"

Harry huşuyla onayladı. "İdolüm."

Arkadaşı kahkahayı bastı. "James duymasın."

Harry'nin yüz ifadesi hemen değişti. "Of, babamla bu konuda hep atışıyorlar zaten. Annem de aklımı bu saçmalıklarla dolduruyor diye söylenip duruyor."

"Mayanda ne varsa o olursun dostum."

Harry sırıttı. "Kadınları sevmek kötü değil ki. Sirius sadece biraz-eee- biraz havai."

"Doğru kelime çapkın olacaktı." diye düzeltti arkadaşı. İkisi de güldü. "Ee?" diye devam etti Malfoy. "Fikrini bekliyorum hâlâ."

"Fikrim evet! Diyorum ki, yağmur duasına çıkmadan önce, meteorolojinin kayıtlarına bir bakalım." Harry sırıtınca Draco kadehini itti ve savaşa hazır bir şekilde sordu. "Aklında ne var?"

"Eh!" dedi Harry öne eğilerek usul usul. "Öncelikle bu genç hanımla bir tanışalım, boyunun ölçüsünü alalım. Bakalım onun fikri ne? Bunu ne tür bir evlilik olarak görüyor? Ticari mi yaklaşıyor? Kabullenmiş mi? Bildiğimiz kadınlardan mı? Yani hangi kategoriye giriyor? Önce bunları bir öğrenelim, sonra ondan kurtulup kurtulamayacağımıza bakarız. Tabii eğer kurtulmak istiyorsan?"

Soru dolu yeşil gözler üstüne dikildiğinde Draco bocaladı. Arkadaşına yalan söyleyemezdi. Hem bu evliliği bir esaret olarak görüyor, hem de için için doğru bir evlilik olduğunu biliyordu. Tabii iş açısından. İçini çekerek kararını bekleyen Harry'ye baktı. "Doğrusu itiraz etmemin bir mantığı olmadığını biliyorum. Hem buna hayır demekle kurtulmayacağım, yeni bir aday bulunacak. Bu Pansy denilen genç kadın ise her açıdan en uygun olan kişi."

Harry arkasına yaslandı. "O zaman dostum, tebrikler demekten başka çare yok."

"Hayatımda daimi bir kadın hiç düşünmemiştim."

"Eninde sonunda olacaktı. Hem ne demişler?" Duraklayıp muzipçe ekledi. "Bekârın parasını it, yakasını bit yer."

Draco kahkahayı bastı. "Bu kimden? Sirius olamaz."

"Remus."

"Ah! Centilmenlerin kralı."

İkisi birlikte güldüler. Draco rahatladığını hissediyordu. Evlilik düşüncesinden biraz uzaklaşabilse tamamen rahatlayacaktı. Bu sefer yaşanan daha ılımlı sessizlikten sonra, "Biraz uyu." diye teklif etti Harry arkadaşına. "Yarın işten sonra tekrar konuşuruz."

"Öyle yapayım." Draco yüzünü ovuşturdu. "Eve dönmeyeceksin değil mi?"

"Hayır, otelde kalacağım."

"Burada?"

Harry omuz silkti. "Hayır, Hilton olabilir, yakın."

"Saçmalama, oteldesin zaten." diye güldü Draco. "Burada kal. Hediyem olsun."

Harry elini kalbinin üstüne koydu. "Ah! Ne kadar naziksin."

"Gerçekten." diye ısrar etti sarışın genç adam. "Hem neden sürekli bir otel odası tutmadığını anlamıyorum. Bir orada bir burada kalıp duruyorsun."

"Sağ ol." Harry, sesini biraz alçalttı. "Ama Ritz'in bu şatafatını çekemem. Hem ben arada değişiklik yapmayı seviyorum. Mekân değişikliği kötü değil ki."

"Ama bir odan olursa düzenin olur Harry. Yani mesela belli bir yerde kal, sürekli müşteri olmak iyidir. Hilton, Westbury, Four Seasons falan dolaşıp durmazsın."

"Ben ailemle olmayı seviyorum. Ailem de beni evde görmeyi seviyor. Ria'yı da özlüyorum."

Draco birden gülümsedi. "Küçük ateş parçası seni bırakmıyor galiba."

Harry de güldü. "Bir gün beni yakacak."

Bu sefer birlikte güldüler. Babasının 'ateş parçası' diye isimlendirdiği küçük Ariana Potter, karşılaştığı herkesi hiç çaba harcamadan büyülemekte ustaydı. Bardan çıkıp yürürken Harry devam etti. "Ayın yalnızca bir günü kalabilmek için bir odaya avuç dolusu para ödememin bir mantığı yok bence."

"Ödeme konusunda samimiydim, Harry."

Draco'nun sesindeki ciddiyet Harry'yi durdurdu. Siyah saçlı genç adam arkadaşına bakıp gülümsedi. "Biliyorum Draco, teşekkür ederim. Bu tarz durumlarda maaşımı kullanmıyorum merak etme, babam beni zor durumda bırakmaz."

"Bunu biliyorum, ama arada bir, bir şeyler yapabilmek hoşuma gidiyor."

"Anlıyorum, sağ ol." Girişte durdular.

"Öyleyse sonra görüşürüz."

"Takma kafana diyeceğim, ama işe yaramayacağını biliyorum dostum."

"Önemli değil." Draco hafifçe gözlerini kapatıp güldü. Harry soran bir ifadeyle kaşını kaldırınca açıkladı. "O hanımefendinin de en az benim kadar sarsılmış olmasını diledim de."

Bu sefer ikisi birlikte güldüler ve vedalaştılar. Draco odasına gitmek için uzun koridorda kaybolurken, Harry caddede hazır bekleyen arabasına ilerledi.


Kısa süreliğine oluşan sessizlik, Pansy tarafından bozuldu. "Blaise ve ben, babam müthiş bombayı patlatmadan önce tatil hazırlığı yapıyorduk."

"Ooo, kötü olmuş. Üzgünüm Pansy."

"Neden?" diye sordu genç kadın. "O tatile çıkacağım, her şey ayarlandı, harika bir tatil olacak ve sırf ortaya bir damat adayı çıktı diye tatilimden vazgeçmeye hiç niyetim yok."

"Ama sen dedin ki-"

"Ne dediğimi biliyorum, evleneceğim, ama önce o tatile gideceğim."

"Nasıl yani? Hemen mi gidiyorsun?"

"Ah hayır! Sorun da bu." Pansy içini çekti. "Rezervasyonumuz bir ay sonraya yapıldı. Nisan'da; en güzel mevsimde. Zaten Mayıs'tan sonra yağış başlıyormuş."

"Hımm. Peki, Malfoy'larla ne zaman tanışacaksın?"

Siyah saçlı genç kadın sıkıntıyla içini çekti. "Nisan."

"Ooo! Ve?"

"Ve ne?"

"Pans, ne yapacaksın? İkisi bir arada olmaz."

"Elbette olmaz."

Hermione arkadaşını süzdü. "Bir planın var."

Pansy hafifçe tebessüm etti, ama bir şey söylemedi.

Onu iyi tanıyan genç kadın şüpheyle sordu. "Bu tatil ne kadar sürecek?"

"Sadece kısa bir tatil. Bir ay falan." diye elini salladı Pansy ve dönüp muzip bir gülümseme ile arkadaşına baktı. "Bunu bekârlığa veda partisi olarak düşünebilirsin." Hermione gözlerini devirirken, o hafif bir kahkaha attı ve gözlerini kapattı. "Sonra da geleceğin Mrs. Malfoy'u olacağım."

"Cık cık."

"Düşünsene; Malfoy ve Parkinson…" Pansy hülyalı bir tavırla iç çekti.

Hermione birden kıkırdadı. "Veeee yeni bir şirket; Malkinson!"

"Hey!" Genç kadın kaşlarını çatmış, kıkır kıkır gülen arkadaşına bakıyordu. "Komik değil."

"Hayır, komik!" diye itiraz etti Hermione gülerek. "Malkinson! Hahaha…"

"Sen istediğin kadar dalga geç!" diye çıkıştı Pansy.

"Dur biraz tadını çıkarayım Pansy. İlerde gerçekleştiğinde daha çok güleceğim, ama olsun." Yine kahkahalara boğuldu.

Bu sefer Pansy cık cıkladı ve koltukta arkaya serilmiş arkadaşına bakmamaya çalıştı. Yani şirketler birleşirdi, evet soyadları da birleşirdi. Gayet normaldi. Hermione sonunda gözlerini silerek doğruldu. Hâlâ hafif hafif gülüyordu. Ama arkadaşını daha fazla kızdırmamak için kendini toparladı. "Tamam, affedersin, sadece komikti. Neyse diyorsun ki, geleceğin Mrs. Malfoy'u olmaya hazırsın ve onunla evleneceksin."

Pansy hâlâ ona kızgın görünmek istedi, ama başaramayıp hevesle başını salladı. "Evet." Kısa ve öz bir cevaptı.

"Ama doğru kişi olduğunu nereden biliyorsun ki? Belki senin ideal erkeğin başka bir yerlerdedir."

"İdeal erkek atoma benzer şekerim, var olduğunu bilirsin, ama asla gözünle göremezsin."

Hermione bir kez daha kahkahayı patlattı. "Bak bu iyiydi işte." Pansy de bilgiç bir tavırla güldü.

"Ee? Peki, tatile nereye gidiyorsun?"

Pansy'nin yüzünde mutlu bir ifade belirdi. "Maldivler… Bandos adası…" Gözlerini hazla kapatıp açtı. "Su üstü villalarından birini ayırttım. En iyisini… Epey pahalıya patladı, ama tüm isteklerimi ayarladılar. Sadece deniz, kum ve sessizlik…"

Hermione inanmayan bakışlarını ona dikti. "Sen ve bu- eee tatil pek de uyuşmuyorsunuz gibi."

"Ne demek bu?"

Hermione sabırla nefes aldı. "Pansy, sen etrafında en az beş tane uşak olmadan yaşayamazsın."

"Bunu kötü bir şeymiş gibi söylüyorsun."

Genç kadın kahkahayı bastı. "İnanılmazsın."

"Her neyse," diye ona hiç aldırmadan devam etti Pansy. "Bu tatilin amacı da bu. Yani tam anlamıyla balayı gibi bir şey olacak zaten. Etrafta kimse yok, sadece ikimiz."

"Bu adamla ciddi misin?"

"Tanrım Herm, ne kadar dar kafalısın. Birlikte tatile çıkmak için ciddi olmak gerekmez. Amaç sadece iyi vakit geçirmek." Duraklayıp omuz silkti. "Tabii ona bir süre katlanabileceğin biriyle."

Genç kız gözlerini devirdi. "Ben sevdiğim adamla tatile çıkmak isterim." Sonra durup araştıran bir ifadeyle ona baktı. "Tabii eğer bu adama, yani Blaise'e bir şey hissediyorsan lafımı geri alırım."

Pansy, arkadaşının dönüp dolaşıp bu konuda ısrar etmesi üzerine ona kötü kötü baktı. "Ailemin onaylayacağı biri değil. Her şeyden önce zengin değil, bu tatili de ben karşılıyorum. Yani ona bir şey hissedip hissetmememin önemi yok."

"Bu yaklaşımını hiç sevmiyorum Pansy."

"Hayat böyle tatlım."

"Bana doğru gelmiyor."

"O tatile gideceğim." dedi Pansy ona aldırmadan. "Bu uzun zamandır beklediğim bir tatildi, buna ihtiyacım var ve yerim hazır. İptal etmeye de hiç niyetim yok. Ama-" Arkadaşına şöyle bir bakıp gülümsedi. "Draco Malfoy'la da evleneceğim."

"Peki, aynı anda iki yerde birden nasıl olacaksın?" diye gülerek sordu Hermione.

"Aynı anda iki yerde olmayacağım. Ben Maldiv adalarında olacağım. Ve-"

"Ve?" Cümlenin tamamlanmasını bekledi Hermione.

"Ve…" diye hınzırca gülümsedi Pansy. "Sen, Pansy Parkinson olarak benim yerime geçeceksin."