Feragatname: Star Wars ve Star Wars: Knights of the Old Republic, Lucas Arts'a aittir, bana değil. Benim tek yaptığım bu nefis oyuncaklarla oynamak, o yüzden lütfen beni dava etmeyin.


Küllerden

Yazar: Prisoner 24601

Bölüm Dokuz: Ölüm Arzusu

Ebon Hawk: Dün

Jolee hala klinikte iyileşmekte olan Juhani'ye yemek hazırlarken, Mission Ebon Hawk'un salonundaki holoekranda, önceden kaydedilmiş programları dalgın bir şekilde gezip duruyordu. Jolee endişeliydi, son beş gün herkes için, ama özellikle de Jedi ile pilot arasındaki nükleer patlama kalıntılarına yakalanan Mission için tam anlamıyla perişan bir halde geçmişti.

Leviathan'dan kaçtıktan sonra, Min kendini ofisine kilitlemiş ve o zamandan beri kimse ne onu görebilmiş ne de konuşmuştu. Mission ona yemek götürmeye çalışmış ve saatlerce kapısında durup onu içeri alması için yalvarmıştı ama Min cevap vermiyordu. Jolee küçük kızı ayaklarının dibinde yemek tepsisiyle, kapının yanına büzülüp ağlarken bulmuştu. O ve Zaalbar, en sonunda Mission'u uzun uzun dil dökerek oradan uzaklaştırmayı başarmışlardı. O zamandan beri, ikisi de gözünü Mission'dan ayırmıyordu.

Carth kendini tam olarak bir yere kilitlememişti ama onun da durumu pek iç açıcı değildi. Günler geçtikçe daha uzak, bitkin ve gergin görünüyordu. Kendini Ebon Hawk'un bakımına gömmüştü, alıcı düzenini, güç çevirgecini ve saha üreticisini yeniden ayarlıyordu. Jolee, Mission'un Carth'a yardım etmeye çalıştığını biliyordu ama Carth iyi bir sebep olmadığı halde birkaç defa kızı azarlamış, neyse ki sonrasında da özür dilemişti. Sonunda Carth, Mission'a yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu söylemişti.

Carth gemiyle uğraşmadığı zamanlarda, zalim bir vahşetle boks torbasına saldırıyordu. Ama en kötü anlar, kimsenin ona bakmadığını düşündüğü zamanlardı. Yüzündeki acı ve ıstırap öyle çırılçıplak ortadaydı ki, Jolee başka tarafa bakmak zorunda kalıyordu. Bunlar yaşlı Jedi'a çok tanıdık geliyordu.

Mission suratını astı ve ekranı kapattı, elindeki kumandayı öyle hızlı fırlattı ki, kumanda koltuğu geçti, yere çarptı ve kırıldığında parçaları her yana dağıldı.

"Aptal kumanda," diye söylenirken, yere diz çöktü ve parçaları toplamaya başladı.

Dur, ben toplarım. Zaalbar onun elindeki parçaları alıp masaya koydu. Araç gerecini aldıktan sonra kumandayı tamir etmeye başladı.

Mission hımbıl hımbıl yürüyerek sandalyeye oturdu ve Zaalbar'ı somurtkan bir sessizlikle izledi.

Geç oldu. Artık yatmalısın.

Mission ofise doğru baktı. "Umuyordum ki…"

Biz uyuyana kadar oradan çıkmayacak. Min'in geceleri bazen bir şeyler yemek için çıktığını, lavaboda buldukları kirli tabaklardan anlıyorlardı.

"Ama yarın çıkacak değil mi? Manaan'a vardığımızda?" Önce Zaalbar'a sonra Jolee'ye baktı. "Sonsuza kadar orada kalamaz."

Jolee bundan o kadar da emin değildi. İnsanın hayatının geri kalanını bir delikte geçirmek istemesine neden olacak türden ıstırabı çok iyi biliyordu. İkisinin de bunu kabullenmesinin zaman alacağını önceden biliyordu ama kaçınılmaz gerçekle yüzleştiklerinde birbirlerine destek olacaklarını umut etmişti. Ama şimdi çok mu saf olduğunu merak ediyordu.

Bu kadar zaman ve bunca olanlardan sonra, Jolee Bindo'nun romantik budalanın teki olmaya devam edeceğini kim tahmin edebilirdi ki?

Zaalbar yaslı bir şekilde kükredi. Bilmiyorum. İncinmiş ve korkmuş gibi kokuyor.

Jolee xachihik çorbası ve pawei suyundan oluşan akşam yemeğini toplarken başını salladı. Ofisten sezebildiği duyguları bu sözler oldukça iyi özetliyordu.

Mission Jolee'ye yakardı. "Sen onunla konuşamaz mısın? O seni dinler."

"Dinleyeceğini sanmam." Birkaç gün önce Min'de hissettiği öfkeyi anımsadı. "Şu anda bana çok kızgın." Sadece Min değildi, Carth da Jolee'ye yeterince kaş çatmıştı.

Mission'un son beş gündür gittikçe büyüyen kızgınlığı sonunda patlamasına sebep oldu. "Ama bir şeyler yapmalıyız! Biz onun arkadaşlarıyız!"

Mission, yaralarını yalamak için zamana ihtiyacı var. Hazır olduğunda oradan çıkacaktır.

Jolee, Zaalbar'ın haklı olmasını gönülden arzu ediyordu, ama bazı yaraların iyileşemeyecek kadar derin olduğunu da biliyordu.

Bir süre içerden gelen duyguluları sezmeye çalışarak ofisin kapısına baktı ama şu anda hiçbir şey hissedemiyordu. Mission'un umut dolu yüzüne baktı ve gerçeği söyledi. "Şu anda beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey yok."


Telos: Dört Yıl Önce

Flüoresan aydınlatmalı garaja girdiğinde, Carth'ı tanıdık bir motor yağı kokusu ve toz karşıladı. Karısı atölye tezgahının önündeki tabureye oturmuş, duvara monte edilmiş holoekranı inceliyordu.

Derli toplu tezgahları ve Morgana'nın araç gereçlerinin, yedek parçalarının ve tamamlanmamış projelerinin bulunduğu çekmecelerin yanından yürüyerek geçti. Karısının aynı zamanda dikkatini çeken parçalara ayrılmış droidler ve rasgele mekanizmalar da vardı. İş makinelere geldiğinde, Morgana'nın gözü doymaz bir merakı ve sırf nasıl çalıştığını anlamak için bulduğu mekanik her şeyi parçalara ayırmak gibi rahatsız edici bir eğilimi vardı. Neyse ki işinde çok iyiydi ve sonradan tekrar birleştirmeyi genellikle başarırdı. Carth'ın en sevdiği blaster'larından birini, enerji hücresinin üzerinde deney yapmak istediği için parçaladığı zaman hariç. Carth, Morgana'nın silaha ne yaptığını bir türlü anlayamamıştı fakat silah o gün bugündür eskisi gibi ateş edemiyordu.

Burası, Telos'a geldiklerinde özel olarak Morgana için inşa edilmiş geniş bir garajdı ve alanın çoğunu yerçekimi kancalarına asılı duran iki örnek iyon motoru, XC-01 ve T-C40 kaplıyordu. Her iki motor da Cumhuriyet filosunun en yaygın avcı uçağı olan A-3'lerde kullanılmıştı. Duvarlar kendi çizdiği taslaklar, şemalar ve diyagramlarla kaplanmıştı. Ağır işin çoğunu şehirdeki büyük, profesyonel laboratuarda yürütüyor olsa da, garajı da günlük laboratuar olarak kullanıyordu. Ama tam bir işkolik ve gece insanı olduğu için, Morgana evde de oldukça fazla çalışıyordu.

Carth'ın projesi olan, geçen sene satın aldığı ateş kırmızısı, hız canavarı M-31 süratçisi ise garajın ancak küçük bir bölümünü işgal ediyordu. Üzerinde çalışabilmek için hiç zaman bulamamasından dolayı, bitmemiş ve mahzun bir halde duruyordu.

Carth burasının kendi garajları olmasına rağmen, giriş yolunda duran aile süratçisine hiç yer olmayışını fazlasıyla ilginç buluyordu.

Bir tabure çekip karısının yanına oturdu ve çalışırken yüzünü izledi. Ekranda akan verileri yutarcasına incelerken, dalgın bir şekilde baş parmağını kemiriyordu. Ekrandaki, yeni iyon motoruyla ilgili ön hazırlık raporuna benziyordu. Veriler gelirken, Morgana da saplantılı bir şekilde okumakla meşguldü.

İster bir motoru parçalıyor olsun, ister şemalara gömülmüş, Carth karısını çalışırken seyretmeyi seviyordu. Çevresindeki neredeyse her şeyi dışarıda tutarak, kendini işine öyle bir yoğunlukla verirdi ki, genellikle zaman kavramını tamamen kaybederdi. Carth karısının düzenli olarak yemek yemesinin tek sebebinin, oğullarının karnının doyduğunu garantilemek olduğunu biliyordu. Tek amacı çalışmak olan hayatında, Dustil tek istisnaydı. Morgana'nın oğlunun ne yaptığı ve nasıl hissettiğini bilmek konusunda esrarengiz bir kabiliyeti vardı.

Morgana'nın onun varlığını bile fark etmeden saatlerce orada oturabileceğinin bilincinde, uzandı ve yanağına dokundu. Morgana yüzünü onun eline doğru çevirdi ve bir süre gözlerini kapattı. Sonra içini çekti ve bir düğmeye bastı. Holoekran karardı.

"Nasıl gitti?" diye sordu Morgana.

"Kötü. Bana hala kızgın."

Morgana pek şaşırmış gibi görünmüyordu. Dustil'in ağaç evden inmesini sağlamak, akşam yemeğinden sonraki aksi tavırlarının sadece daha da kötüye gittiği düşünülürse, ancak ufak bir zafer olmuştu. Morgana'nın tek yapabildiği ikisinin arasında aracılık etmek olunca, Carth oğluyla yalnız konuşabilmek için onu garaja göndermişti.

İşe yaramamıştı. Bağırma yarışı başlamış ve Carth Dustil'i erkenden yatağına göndermişti. Dustil odasına gittiğinde sinir krizine girmiş, eşyalarını oradan oraya fırlatırken ciğerlerinin tüm gücüyle bağırmıştı.

"Önümüzdeki iki hafta boyunca da cezalı bu arada." Carth oğlunu disiplin etmekten ve böyle cezalar verip tüm yükünü karısına bırakmaktan nefret etse de, Dustil'i kontrol altında tutmanın tek yolu buydu.

Morgana buna pek sevinmişe benzemiyordu ama tartışmadı da. "Belki de ona istifandan söz etmeliyiz," dedi, başıboş bir tutam uzun, sarı saçı da kulağının arkasına atarken. "Daha iyi hissetmesini sağlayabilir."

"Bunu yapmak istemiyorum. Henüz çok erken."

Morgana'nın güzel yüzünde bir anlığına öfke ve kırgınlık dolandı. "Filoda kalmayı düşünmüyorsun, öyle değil mi?"

"Hayır! Bak, kalmayacağıma söz verdim ve bunda ciddiydim."

"Sadece belki Amiral Karath'la yeniden konuşmuşsundur diye düşünmüştüm." Saul ile ilgili her konuştuğunda olduğu gibi, şimdi de Morgana'nın dudakları dümdüz bir çizgi halini almıştı.

"Emirler dışında, geçen haftadan beri ondan haber almadım." Carth endişeliydi, Saul ile yaptığı son konuşma çok rahatsız ediciydi ve damağında kötü bir tat bırakmıştı. Üzerinde ne kadar çok düşünse, o kadar huysuzlanıyordu.

"Cumhuriyet Filosu'nun neden bir parçası olmak istemediğini anlıyorum ama başka… seçenekler de var," dedi Saul esrarlı bir şekilde. "Cumhuriyet kaybediyor ve bir adam yaşamını nasıl sürdüreceğini de düşünmelidir." Saul'un gri gözleri avluda, sonra evde gezindi ve son olarak da Carth'a odaklandı. "Ve tabi ailesinin yaşamını da," diye ekledi.

Carth ona dikkatle baktı. "Neden bahsediyorsun? Hangi başka seçenekler?"

Saul'un sesi sıkıntılıydı. "Sanırım kasten kalın kafalılık ediyorsun."

Carth bunun nereye varacağını biliyordu ve savuşturucu bir şekilde elini salladı. "Filo'yla işim kalmadı."

"Böyle olması gerekmez, tüm kariyerinden Cumhuriyet'in nankörlüğü yüzünden vazgeçmek zorunda değilsin."

"Geri dönmüyorum, söylemiştim. Karıma bir söz verdim ve tutacağım."

Sıkıntı öfkeye döndü. "O seni engelliyor. Seni zayıflatıyor."

Carth'ın tepesi atmıştı. "Karımla ilgili o şekilde konuşma, Saul. Morgana beni engellemiyor. İstifa etmeyi ben seçtim."

"Eğer o seni zorlamasaydı yine de yapar mıydın?" Carth'ın cevaplamasını bekleyemeyecek kadar sinirliydi. "Son on yedi yılda dişinle tırnağınla kazandığın her şeyi bir kenara atıyorsun!" Saul ayağa kalktı ve parmağını Carth'a doğru salladı. "Sen orduya aitsin Carth ve beş para etmez Telos milisinden bahsetmiyorum. Seni sen yapan ordu. Sivil olarak beş dakikadan fazla yaşayamazsın. Yersiz suçluluk duygun yüzünden her şeyini kaybedeceksin."

"Hayır. Orduda kalmaya karar verirsem her şeyimi kaybedeceğim."

O noktada Saul patlamıştı. Sözleri, Carth'ın daha önce onda olduğunu tahmin bile etmediği bir öfke, şiddet ve kinle doluydu. Doymaz bir şekilde birkaç dakika daha tartıştıktan sonra, Saul yemek bile yemeden, kibirli adımlarla oradan ayrılmıştı.

Söylediği şeyler eğer bir başkasının ağzından çıkmış olsaydı…

Carth'ın içgüdüleri yaygara koparmaya başlamıştı bile ama şüphelerini savuşturdu.

Saul sadece çok büyük bir baskı altında. Nigel Üç'e vardığımda onunla konuşurum.

Son gecesini sadece Saul'u düşünerek geçirmek istemediği için kuşkularını bir yana bıraktı ve karısına odaklandı.

"Her neyse, onu boş ver. Sana göstermek istediğim bir şey var."

Morgana merakla başını kaldırdı ve Carth onun elini tutarak garajdan çıkardı. Bu sırada karanlık tamamen çökmüştü ve Telos'un çift ayları henüz görünmediği için, gökyüzünü saran yıldızlar parlak ve netti.

Carth pelin ağacının altında durdu ve Morgana'nın halat merdiveni çıkması için işaret etti. Karısı buna uydu, kıvrımlı hatları ağaç evin içinden gelen loş ışıkla aydınlanıyordu. Carth manzaranın tadını çıkararak onu takip etti.

Ağaç ev, kampa gittikleri zaman kullandıkları kimyasal sıvılarla dolu şeffaf bir plastik tüpten oluşan bir lambayla aydınlanıyordu. Hemen yanında altı şişe Corellia Baharatlı Biralarından duruyordu.

Morgana sorarcasına Carth'a baktı ve o da duvardaki resimleri gösterdi. Morgana'nın yüzü aydınlandı. "Ah!" Karısı resimleri daha yakından incelerken Carth ona bir şişe uzattı, annelere özgü bir gururla göğsünün kabardığını görebiliyordu. Morgana özellikle gemi çizimlerinde daha çok oyalanarak, her resmi tek tek inceledi. Carth duvara yaslanarak onu seyretti.

Morgana'nın sırıtışı bulaşıcı gibiydi; Carth gülümseyerek karşılık verdi. "Gerçekten çok iyiler, değil mi?"

"Evet. Burada daha da fazlası var." Carth Dustil'in resim defterini kaldırdı. "Ama bunları gördüğünü ona söylemeyeceğine ve başkalarına da bahsetmeyeceğine söz vermelisin."

"Neden?"

"Bana bunun utanç verici olduğu söylendi."

Morgana'nın yüzü asıldı ve Carth bir şey söylememiş olmayı diledi. "Eskiden bana hepsini gösterirdi," dedi Morgana sessizce.

Carth kolunu karısının omzuna attı ve çenesini onun başına dayadı. "Endişelenme kedicik, bu geçici bir dönem. Eminim sonunda sana gösterecektir."

Yerde oturup biralarını içtiler ve resim müsvedde defterini inceleyerek, oğullarının yaratıcı dehasıyla ilgili yorumlar yaptılar. Sonunda Morgana arkasına yaslandı ve dikkatle Carth'a baktı. Carth gerçekten çok zorlu edinilmiş tecrübeler sonucunda, söyleyeceği şeyin çok ama çok önemli olduğunu biliyordu.

"Carth, sen hiç…" Doğru sözcükleri toparlamaya çalışırken bir an tereddüt etti. "Benimle evlendiğine pişman mısın?"

Carth hayretten donakalmıştı. "Hayır! Ben- Niye böyle bir şey düşüneyim ki?"

"Senden tüm askeri kariyerinden vazgeçmeni istedim." Son birkaç yılda Carth pek çok defa istifa etmeye niyetlenmiş ama buna bir türlü cesaret edememişti. Üç ay önce Morgana artık yeterince çektiğini açıkça beyan etmişti. Yaşadıkları en kötü kavgaydı ve Carth sonunda, eğer evine gelmesine değer herhangi bir şeyin kalmasını istiyorsa, istifa etmesinin gerektiğini anlamıştı. Bir tür uzlaşmaya varmışlardı: yıl sonuna kadar çalışacaktı, böylelikle az personeli olan filonun onun yerini alacak birisini bulmaya vakti olacaktı.

"Kendi geminin komutasını daha yeni aldın ve istifa etmezsen eninde sonunda Amiralliğe yükseleceğini biliyorum. Yaptığın işte çok iyisin ve ordu senin bir parçan. Sen benim mühendislikten vazgeçmemi isteyip, artık gemiler ve motorlarla uğraşamayacağımı söyleseydin yapardım. Ama sana darılırdım da."

Ah, demek sorun buymuş.

"Sana dargın değilim. Filoya katıldım çünkü hızlı gemiler kullanıp galaksiyi görmek istiyordum, ama filoda kaldım çünkü Cumhuriyet'e inanıyorum. Amiral olmak umurumda bile değil. Seni ve Dee'yi korumak için savaşıyorum."

"Ama peki ya Revan ve Malak'a karşı başlayan bu yeni savaş? Bir kenarda oturmak seni yiyip bitirecek."

"Zor olacak ama yine de yapacağım." Karısının elini kendi ellerinin içine aldı. "Cumhuriyet'e karşı tehdit oluşturacak bir şeylerin daima ortaya çıkacağını ama Dee'nin sadece bir kez on iki yaşında olacağını söylediğinde haklıydın. Şimdiden çok şey kaçırdım ve bu ikinize de büyük haksızlık. Tam bir ahmak gibi davrandım, Ana. Eğer eve geldiğimde sizi bulamayacaksam, zaten savaşmamın hiçbir anlamı kalmaz."

Morgana hala endişeli görünüyordu. "Peki ama ne yapacaksın? Seni tanıyorum, bir ay geçmeden delirmeye başlayacaksın."

"Eğer istersen Corellia'ya dönebileceğimizi düşünüyordum." Carth Morgana'nın gözlerinde bir an yanıp sönen özlemi gördü. Memleketini inanılmaz özlediğini biliyordu ve oradan ayrılmasına kendisi sebep olduğu için de suçluluk duyuyordu.

"Hayır. Burada güzel bir hayat kurduk ve Dee de sonunda arkadaş edinmeye başladı. Burayı seviyor ve onu tekrar yerinden etmek istemiyorum. Hem burası senin gezegenin ve senin için ne kadar önemli olduğunu biliyorum."

Carth bu cevabın geleceğini biliyordu. "General Talvik ile konuştum." Kendisi yerel Telos milisinin başındaydı; unvanı ise komuta ettiği düzensiz ayaktakımı ordusu için biraz fazla gösterişliydi. "Benden gerçek bir gezegensel savunma oluşturmak konusunda yardım istediler ve her zaman benim için yerleri olduğunu söylediler." Morgana hem rahatlamış hem de sevinmiş gibi görünüyordu.

"Ama," Carth uzanarak karısının karmakarışık toplanmış saçlarındaki tokayı çıkardı ve sırtına düşmesini izledi, "önce kendime biraz zaman ayırırım diye düşünmüştüm." Sırıttı. " Bilirsin, seni evin içinde kovalarım mesela." Kayıtsız bir şekilde karısının bluzundaki düğmeleri açmaya başladı.

"Beni kovalamak için o kadar beklemene gerek kalmayabilir," diye yardımcı oldu Morgana, yüzü hoş bir pembeye dönerken. "Dustil çoktan uyumuş olmalı."

"Güzel," dedi Carth büyük bir ciddiyetle karısının bluzunu çıkarırken. "Ama bence ev şu anda bize çok uzak kaldı."

Morgana'yı kucağına çekti ve dünyanın tüm zamanları onunmuş gibi öpmeye başladı.


Üç gün sonra bu dünyanın sonu gelmişti.

Carth ani şaşkınlık anında, yerel kurtarma ekiplerinden alıp insafsızca el koyduğu süratçiyi, panik içindeki kalabalıkların arasına doğru sürdü. İçin için yanan bir moloz yığınına dönmüş evlerine ve Morgana'nın mucizevi şekilde çoğunluğu ayakta kalmış laboratuarına çoktan bakmıştı ve henüz ikisini de bulamamıştı. Bakmak için aklına gelen diğer tek yer Dustil'in okuluydu. Süratçiyi kül olmuş binanın önünde durdurdu. Öfkeli alevler binanın içini çoktan yalayıp yutmuştu ve şimdi sadece dış cephesi çürük bir şekilde ayakta duruyordu.

Eğer bir tepe molozun arasında uzun sarı saçlarını görmeseydi, karısını tamamen gözden kaçırabilirdi. Bu saçlarda yol yol kan da olduğunu görünce Carth'ın karnına korkunç bir ağrı saplandı ve hızla yanına çömelerek, çıplak elleriyle enkazı kazmaya başladı. Sonsuz gibi gelen bir süre sonra, ona ulaştı. Morgana baygındı ve yüzü kurum ve kanla kaplıydı. Nefesi çok derinden geliyordu ve çentikli bir metal parçası karnına saplanmıştı. Vücudunun alt tarafı tamamen kanla kaplıydı.

Carth paniğini bastırdı, yıllarca edindiği askeri eğitime odaklandı ve yaralarını teşhis etmeye çalıştı. Ceketini çıkarıp kanamayı durdurmaya çalıştı ama karnındaki yara çok ağırdı. Carth etrafına baktı, insanlar kargaşa içinde oradan oraya koşuşturuyorlardı. Karısını tıbbi yardım ekiplerine kendisinin götürmesi gerektiğini anladı.

Kırılmış gibi görünen bedenini kucağına aldı, araca taşıdı ve nazikçe arka koltuğa yerleştirdi. Süratçisini yanan şehirde elinden geldiğince hızlı kullandı ama sokakların enkaz ve ölülerle dolu olmasından dolayı yine de yavaştı.

Sonunda kurtarma ekiplerine ve onların geçici merkezlerine vardığında, karısını süratçinin arka koltuğundan aldı ve çadıra taşıdı. İçeri girdiğinde onu koyabileceği hiçbir yer olmadığını fark etti. Her yer yaralı insanlarla doluydu. Umutsuzca bir doktor aradı ama kimseyi bulamadı.

Morgana şiddetle sarsılmaya başladı ve Carth onu artık taşıyamadı. Kollarında tutmaya devam ederek yere çöktü.

"Doktor!" Cehennemin ortasında rasgele bağırıyordu. "Hadi Ana, şimdi beni bırakma! Doktor!"

Morgana'nın vücudunu ele geçiren sarsıntılar şimdi daha da şiddetlenmişti ve Carth bunun anlamını bilecek kadar çok savaşta bulunmuş ve yaralı adam görmüştü .

"Hayır. Hadi Ana. Hayır! Doktor!"

Artık çok geçti. Vücudu son bir kez hızla sarsıldı ve bir daha hareket etmedi. Boşuna olduğunu anlayıncaya kadar, birkaç dakika boyunca onu diriltmeye çalıştı. Sonunda, onu sıkıca tutarak orada oturdu ve karısının kanına bulanmış halde ağlamaya başladı.


Ebon Hawk: Şu An

Altı gün sonra, Carth hala bir canavarla yatmış olduğu gerçeğini kabullenemiyordu.

Az önce mutfaktan almış olduğu sıcak kaffa bardağının çevresine parmaklarını sardı ve sıkıca tuttu. Pilot koltuğunda yerleşti ve panele göz gezdirdi. İçtiği koca bir yudum, boğazını kavurarak ilerledi ve aşırı yorgun zihninin karışıklığını paramparça etti. Altı günlük yolculuktan sonra, neredeyse tarafsız su dünyası Manaan'a varmak üzereydiler. Carth, Sith gemileri tarafından takip edilme olasılıklarını düşünerek sinsi bir rota takip ettiği için, gezegene varmaları, olması gerekenden çok daha uzun sürmüştü. Sonunda, rasgele seçilmiş gibi görünen bir dizi hiper uzay sıçrayışından sonra neredeyse varmışlardı.

Sorun, oraya vardıklarında ne yapacağını bilmemesiydi. Amiral Dodonna'ya göndereceği raporun bulunduğu datapad'i eline aldı ve içini çekti.

Leviathan'dan kaçmalarından sonraki günlerde, Min ofisinden çıkmamış ya da çıktıysa da kimse onu görmemişti. Carth orayı yatak odaları olarak değil ofis olarak düşünmeye çalışıyordu, tıpkı onun için endişelenmemeye ve onu Revan olarak düşünmeye çalıştığı gibi. Her ne kadar orası artık yatak odaları olmasa da, eşyalarını koridordaki bir sandıkta bulduğunda şok olmuştu. Garip bir şekilde ilk tepkisi, Min'in kendisini hayatından böylesine bir aceleyle çıkarma küstahlığına kızmak olmuştu. İstediği şeyin bu olup olmadığını Carth'a sormamıştı bile, sadece yapmıştı. Rahatlaması gerektiğini biliyordu ama tek yapabildiği öfkelenmekti.

Blaster'larından birinin kayıp olduğunu görünce öfkeye korku da eklenmişti çünkü Leviathan'da gördüklerini unutamıyordu. Kapılar kapanmaya başladığında Malak saldırıya hazırlanırken, Min ışın kılıçlarını kapatmış ve orada öylece durmuştu.

Kendisini öldürmesine izin verecekti!

Büyük bir parçasının o odaya gidip, onu dışarı çıkarıp, iyi olduğundan emin olmak istemesi gerçeğinden nefret ediyordu.

Ama Morgana'nın ölmesinin sebebi o!

Ki bu da, Min'i odada blaster'ıyla baş başa bırakmasının sebebiydi; çok küçük bir parçası o silahı gerçekten kullanmasını umut ediyordu. Ama Carth o küçük parçasından da nefret ediyordu.

İyileşmeye başlamış tüm o acı, ıstırap ve suçluluk duyguları tekrar kabarmıştı ve Carth karısına bir şekilde ihanet etmiş olduğunu düşünmeden edemiyordu. Eski etkisini kaybetmeye başlamış anılar kafasında tekrar tekrar canlanıyor, korkunç kabuslar geri dönüyordu ama daha önce rüyalarında Morgana, Dustil'i ve kendisini hayal kırıklığına uğrattığı için onu suçlarken, şimdi ona ihanet ettiği için suçluyordu.

Carth kendini aptal gibi hissediyordu ve Min'le ilgili her şeyden kurtulmaktan çok istediği hiçbir şey yoktu. Kasıtlı olmasa bile Min ona ihanet etmişti. Öfkesi ve nefretine sarılıp, Min'i duygu ve düşüncelerinden tamamen atmak istiyordu ama yapamıyordu. Belki kim olduğu konusunda kendisine yalan söylemiş olsaydı ondan nefret edebilirdi, ama gerçeği anladığı zamanki yüzünü görmüştü ve daha önce bilip bilmediğini sorgulamıyordu. Yalan söylemenin çok daha kolay olacağı zamanlarda bile Min kendisine karşı açık ve dürüst davranmıştı. Onun da en az kendisi kadar korkmuş, incinmiş ve kızgın olduğunu bildiği sürece ondan nefret etmesi çok zordu.

Bunun gerçek olduğunu kesin olarak bilmesine rağmen bir parçası onun Revan olduğunu hala inkar ediyordu. Bunun sebebi sadece Min'in yaptığı onca iyilik değildi. Oğlunu Sith'den kurtarmış, Wookiee'lere yardım etmiş, Mission ve Zaalbar'a nazik davranmış, hatta Canderous ve Juhani'ye bile yardım etmiş olmasına rağmen Carth pek çok iyi insanın ne kadar kötü olabildiğini görmüştü, özellikle de Saul'un. İyi insanların bir zamanlar hor gördükleri şeye nasıl aniden dönüşebileceğini ilk elden görmüştü. Ve kesin olan bir şey varsa, o da Revan ve Malak'ın da karanlığa düşmeden önce çok iyi insanlar olduğuydu. Ama bu, dönüştükleri şeyi değiştirmemişti.

Onu öldüren, Min'le ilgili küçük şeylerdi. İpek iç çamaşırları giyip, kırmızı oje sürmesiydi. Birbirine uysun diye ışın kılıçlarının rengini değiştirmesiydi. Sonunda doğru düzgün oynayabilecek kadar Dejarik'e konsantre olup onu yendiğinde, kaybetmeyi hiç bilmediği için surat asmasıydı. Bir kere bir hata yapıp siyah pantolon üzerine lacivert gömlek giydiğinde, o iki rengin niye asla ama asla bir arada kullanılmaması gerektiğine dair verilen on dakikalık bir vaazı dinlemek zorunda kalmış olmasıydı. Yemek pişirmemek için elinden geleni yapmasıydı.

Carth'ın kanını kaynatan, dudaklarında muzip gülümsemelerle ona bakmasıydı. Ve Bastila'dan aldığı küçük intikamdı. Korriban'da bir an bile düşünmeden Carth'ı avutma şekliydi. Ve bir an rahat vermeden onu kışkırtması. Kokusu. Sınırlı tahammülü. İnatçılığı. Dokunduğundaki hissi.

Tüm bunları Min'in dürüstlüğü, zekası ve sorumluluk duygusuyla birleştirdiğinde, Carth onunla ilgili sevdiği her şeyi görüyordu.

Onu Min yapan her şey.

Tüm bunların bir yalan olduğunu düşünmek onu öldürüyordu.

Saul'a Carth'ın hayatı için yalvarmış ve Carth'ı sevdiğini söylemişti ve bu kadının aynı zamanda nasıl Revan olduğunu bir türlü aklı almıyordu. Ama bunun sadece bir inkar olduğunu biliyordu, elinde Ajunta Pall'un kılıcıyla neredeyse kendisini öldürdüğünde Revan'a dönüştüğünü görmüştü.

Hayatının yok olmasından Revan sorumluydu. Milyonların ölümünden de. Hatırlayamaması, bu gerçeği değiştirmezdi. Konsey'in ona verdiği yeni kimlik de bunu değiştiremezdi. Biliyordu ki Min'in içinde bir yerlerde, Revan hala bekliyordu.

Ve Morgana'nın kanlar içinde kollarında öldüğünü anımsadı. Onun akıllı, dalgın, güzel, saplantılı karısı saatlerce moloz yığınlarının altında acı çekmiş ve şiddetle sarsılarak ölmüştü. Datapad'i bir yana bıraktı ve inişe geçerken tekrar öfke ve nefretine sarıldı.


Kalk.

Min ofisindeki deri koltukta hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Sonunda Manaan'a varmış olduklarını biliyordu çünkü Ebon Hawk sessizdi. Jedi sezileriyle uzandı ve onları hissetti, hepsini; salonda durmuş çıkmasını bekliyorlardı. Yıldız Haritasının yerini gösteren imgelemi göreli çok olmamıştı ve bu onu çok rahatsız etmişti çünkü şimdi bunun bir imgelem değil, bir anı olduğunu biliyordu.

Haritayı bulmak için ona ihtiyaçları vardı ama Min hareket edecek gücü kendinde bulamıyordu.

Kalk, Revan.

Son altı gün içinde bunu gerçekten sonlandırmayı düşünmüştü; acı ve suçluluk duygusunun artık bitmesini istiyordu. Kafasına blaster'ı dayayıp tetiği çekerek "güce karışmak", ya da Jedi'lar her ne diyorsa onu yapmak kolay olurdu ama kaçınılmaz karara varmıştı.

Ölümü hak etmiyordu, çünkü bu Revan için fazla büyük bir iyilik olurdu.

İntihar etmek, sadece kaçış olurdu. Yarattığı bu pisliği temizlemek zorundaydı ve kendini öldürmek, her ne kadar çok çekici görünse de uzun vadede hiçbir şeyin çözümü değildi. Bunu hayatını iki defa kurtarmış olan Bastila'ya, Jedi Konseyi'ne ve haksızlık edip, şimdi bunu düzeltmek zorunda olduğu herkese borçluydu. Ve özür dilemenin kendisi için mümkün olmadığını düşünse de, en azından Yıldız Haritalarını bulup ve Malak'ı durdurmaya çalışabilirdi.

Ama bu alkolizmi denemeyeceği anlamına gelmiyordu.

Ne yazık ki altı günlük içki aleminden sonra, bir daha hayatı boyunca viski şişesi görmek istemiyordu. Sidikli bir alkoliğe dönmek üzereydi. Carth haklıydı, kendini bir şişeye gömmek, ertesi sabah, akşamdan kalma olarak kalkmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bu, tekrarlamaya hiç de can atmadığı bir deneyim olmuştu.

Böylelikle şu anda, koltuğa yayılıp kalmış vaziyette beyni zonklarken, hareket edecek gücü toplamaya çalışıyordu.

Sanırım sonuçta her şeyin dönüp geldiği nokta, kendi zırvalıklarına inanıp inanmadığın Revan. Şimdi bu pisliği temizleyecek misin, temizlemeyecek misin?

Min tüm gücüyle koltukta doğruldu ve titreyen bacaklarının üzerinde durmaya çalıştı. Boş viski şişelerinin üzerinden tökezleyerek geçerek, temizlenmek üzere duşa ulaştı. Flüoresan ışığı yanıp, bir anlığına gözlerini kamaştırdığında irkildi.

Kafasında Malak'la yaptığı dövüşü defalarca yeniden canlandırdı. Kendisine bu kadar yakın olan birisini hiç hatırlayamaması çok tuhaftı. Malak'ın gözlerine bakmış ve hiçbir şey hissetmemişti. Nedense, bunda bir yanlışlık vardı.

Diğer taraftan Bastila, bambaşka bir konuydu.

Duştan çıktı ve giyindi. Aynada kendisine bakmaya cesaret edemedi.

Min şimdi hazırdı. Sadece halletmesi gereken tek bir şey kalmıştı.

Kom linkten konuştu. "Jolee."

"Evet."

"Lütfen buraya gelir misin?"

"Tabi, kızım." Jolee'nin sesi kararsızdı.

Min kapıyı açtı, Carth'ın blaster'ını aldı ve koltuğa oturdu.

Az sonra Jolee ona katıldı. İçeri girdi ve odayı dikkatle inceledi. "Demek yaşayanların dünyasına dönmeye karar verdin."

Göreceğiz.

Min cevap vermek yerine soru sordu. "Revan olduğumu nereden biliyordun?"

"Seninle daha önce iki defa karşılaşmıştım."

"Anlat."

Jolee zarif bir şekilde sandalyelerden birine oturdu. "İlki sanırım on üç yıl kadar önceydi. Bulunmamak için o kadar uğraşmama rağmen, Düzen'den eski bir arkadaşım Kashyyyk'te yaşadığımı öğrenmişti. Jedi Düzeni'ne dönmem için beni ikna etmeye gelmişti ve yanında da iki tane ele avuca sığmaz Padawan'ını getirmişti."

"Malak ve ben."

"Evet. Belli ki deli Jolee Bindo'yu aramak ve ikna etmenin size biraz tevazu öğreteceğini düşünmüştü."

"Bu Ustam kimdi peki?"

"Vrook."

Min şok olmuştu. Neden benden hiç hoşlanmadığı şimdi anlaşıldı.

"Usta Vrook ile mi arkadaştın?" Min hayal bile edemiyordu. Vrook Jedi Konseyi'nde tanıştığı en tutucu Ustaydı. Bir bakıma anti-Jolee gibiydi.

"Evet. O da bir zamanlar gençti, bilirsin, bu kadar geri kafalı değildi. Bu değişti tabi; o sırada Jedi Konseyi onun espri anlayışını çoktan yok etmişti. O gelişinde bir hafta kadar kalmıştı. Düzen'e geri dönmemi istiyordu."

Min cevabı duymak istediğinden emin olmasa da sormak zorundaydı. "Nasıl biriydim?"

Jolee anlattı ve Min duymaktan korktuğu cevabı aldı, yine de ümitsizliğini bir kenara bırakıp, daha önemli konulara odaklandı.

"Yıldız Haritalarının varlığını ilk orada mı öğrendim acaba?"

"Olabilir. Sen ve Malak kendi başınıza sıkça ormanı keşfetmeye giderdiniz. O zaman bulmuş olman mümkün. Ama ben çok daha sonrasına kadar bulamamıştım."

"Peki ikinci karşılaşmamız?"

"Beş yıl kadar önceydi. O zaman Yıldız Haritasına ulaştığını biliyorum çünkü seni bunu yaparken izlemiştim. O sırada pelerin ve maske takıyordun ama yine de sen olduğunu sezebiliyordum. Değişmiştin, içindeki karanlığı hissedebiliyordum."

"Kashyyyk'te tekrar karşılaştığımızda neden hiçbir şey söylemedin?"

"Beni tanımış gibi görünmüyordun ve yine değişmiştin. Nedenini bilmiyordum, o yüzden de sessiz kaldım. Sonunda Bastila'dan öğrendim."

"Anlıyorum." Min'in sesi gergin ve keskindi.

"Sakin ol, çocuğum. Kızgın olduğunu biliyorum ama bana, Bastila'ya ya da Konsey'e sinirlenmek sana hiçbir şey kazandırmayacak."

Min Jolee'nin gözlerinin içine baktı. "Bastila'ya ya da Konsey'e kızgın değilim. Tek kızgın olduğum kişi sensin." Min bunu Jolee'ye daha önce defalarca şaka olarak söylemişti ama şimdi ilk defa ciddiydi. "Senden nefret ediyorum, ihtiyar."

Jolee beklemediği bu sözlerden dolayı kırılmıştı, ilk defa ne söyleyeceğini bilemiyordu.

"Bastila ve Konsey'in başka bir şansı yoktu. Hatıralarımı silip bana yeni bir kimlik vermeye çalıştıkları için onlara karşı kin beslemiyorum. Eğer onların yerinde olsam, kendimi sadece öldürürdüm. Tek bildiğim, masumları öldürmeye başladığım anda tüm haklarımı kaybetmiş olduğum." Min devam ederken öfkesi sesine yansımaya başlamıştı. "Bastila imkansız bir pozisyona getirilen korkmuş bir çocuktu sadece ve buna rağmen bizi korumaya çalıştı ama sen… sen biliyordun ve kim olduğumu bildiğin halde bizi cesaretlendirdin." Artık bağırıyordu ve sesi kendine bile zehirli geliyordu. "Ben Revan'ım, Jolee ve onunla yattım. O beni seviyor ve şimdi senin yüzünden iyi bir adam perişan durumda!"

Jolee'nin sesi yaşlı ve yorgun çıktı. "Ne yapmamı isterdin? Sana söylememi mi?"

"Hayır. Ama ona söyleyebilirdin!"

"Ve bunun onu durduracağını mı düşünüyorsun?"

Min karşısındaki adama sanki delinin tekiymiş gibi baktı. "Sen düşünmüyor musun?"

"Bence o genç adamı hafife alıyorsun."

"Karısının ölümünden ben sorumluyum. Sanırım bu onu durdururdu." Jolee'yi yoğun bakışlarıyla olduğu yere mıhladı. "Yani şimdi bize borçlu olduğunu düşünüyorum."

Jolee bunun karşılığında kaşlarını kaldırdı. "Gerçekten mi?"

"Evet. Eğer karanlığa düşersem beni öldüreceğine söz ver."

Yaşlı Jedi'ın gözleri kederle gölgelendi. "Ah, çocuğum-"

"Artık oyun yok ihtiyar. Üstü kapalı bilgelik yok. Daldan dala atlayan hikayeler yok." Carth'ın blaster'ını aldı ve şakağına dayadı. "Söz ver yoksa bu odadan sağ olarak çıkmam." Min bir anda saplanan suçluluk duygusunu merhametsizce bastırdı. Sadece kendisine borçlu olduğu için değil, bunu tek yapabilecek kişinin de o olduğunu bildiği için Jolee'yle konuşuyordu. Darth Revan'ı galaksiye tekrar salmak gibi bir risk almaya hiç niyeti yoktu.

"Melodram sana yakışmıyor, Min. Bunu yapmak istemiyorsun."

Min gözlerini dikti. "İstemiyor muyum?" dedi kısık bir sesle.

Bir dakikalık sessizlikten sonra Jolee konuştu. "Söz veriyorum."

Min silahı indirdi. "Güzel. Şimdi işimize bakabiliriz."


Carth Ebon Hawk'un rampasından uzun adımlarla inerken, Min, Jolee, Juhani ve Canderous onu takip ediyordu.

Sith'in Manaan'da büyük ihtimalle kendilerini beklediğini bildiği için sıkı güvenlik önlemleriyle korunan Cumhuriyet Elçiliği'nin limanına iniş hakkı istemişti. İsteği yerine getirilmekle kalmamış, ayrıca normalde VIP ve ziyarette bulunan ileri gelenlere ayrılan limana iniş hakkı verilmişti. Carth niye VIP muamelesi gördüklerini bilmese de, yine de müteşekkirdi. Leviathan'dan sonra, Sith ajanları Manaan'da kendilerini bekliyor olmalıydı.

Manaan tarafsızlığını katı bir şekilde uyguluyordu ve gezegende Cumhuriyet ile Sith arasında yaşanan bir kavga, doğrudan hapis cezası veya çok daha kötüsüyle cezalandırılıyordu. Sith ve Cumhuriyet'in itaat etmesinin tek sebebi, inanılmaz iyileştirici özelliklere sahip olduğu bilinen Kolto'nun sadece bu gezegenden çıkarılıyor oluşuydu. İki tarafın da bu gezegende elçilikleri vardı ve hiçbirisi buranın pek dost canlısı olmayan balıkgillerden yerlileri Selkath'ların, karşı tarafı seçmesini istemiyordu. Gerginlik olsa da barış sağlanıyordu, ama Carth biliyordu ki Sith'in, düşmanlarını elemek için farklı, çok daha sinsi yöntemleri vardı ve bu yüzden tedbirli olsa da, Cumhuriyet'in korumasına minnettardı.

Cumhuriyet'in yardımına ihtiyaçları olacakmış gibi görünüyordu. Yıldız Haritasının yerini uzaydan tam olarak belirleyememişlerdi, Min'in tamamen yararsız imgeleminin, Yıldız Haritasının sadece okyanusun tabanında olduğunu gösterdiği düşünülürse bu hiç de şaşırtıcı değildi. Manaan'da suda nefes alamayanların konaklayabileceği tek bir şehir vardı, o da yapay olarak inşa edilmiş Ahto Şehriydi. Tüm gezegen uçsuz bucaksız bir okyanustan ibaretti ve haritaya ulaşabilmek için bir gemiye ihtiyaçları olacaktı.

Carth elini alışılmadık bir şekilde temiz olan tıraşlı çenesinde gezdirdi. Taris'te bıraktığından beri bir üniforması olmasa da, büyük ihtimalle kendisi gibi bir Cumhuriyet savaş kahramanının itibarından yarar sağlamak isteyeceklerini bildiği için temizlenmişti. Kendilerini karşılayan grup arasında, duruşuyla sivrilen Cumhuriyet üniformalı adama doğru yürüdü ve güçlü bir şekilde tokalaştılar.

"Yüzbaşı Onasi, sonunda sizinle tanıştığıma sevindim. Şöhretiniz sizden önce geliyor ve burada sizi ağırlamak bizim için bir onurdur. Ben Elçi Roland Wann." İki adam beraberlerindekileri tanıştırmaya başladı ve Carth, Min'i "Jedi Avery" olarak tanıtırken, Min'in gözlerini üzerinde hissedebiliyordu.

Ne yapacağımı sanmıştı ki? Revan diyeceğimi mi?

Üç Jedi gerçekten muhteşem bir manzara oluşturuyor olsa da, Wann'ın ekibinin asıl ilgisini çeken iri Mandaloryalı'ydı. Bazıları sadece merakla bakarken, diğerleri açıkça düşmanlığını gösteriyordu.

Harika, tam da ihtiyacımız olan şey.

Zaalbar ve Mission da rampadan inince, bakışlar iyice merakla doldu. İki droidi ise kimse takmadı.

Tanışma faslı bittikten sonra, Wann adamlarından birine işaret etti. "Porter size misafirhaneyi gösterecek. Ardından bir toplantı yapmalıyız, kırk beş dakika sonra diyelim." Carth başını salladı ve Elçinin kendilerini bizzat karşılaması ve acil bir toplantı yapmak konusunda ısrar etmesini gerektirecek kadar önemli olayın ne olduğunu merak etti.

"Çok iyi," dedi Wann ve Carth bu sefer başlarına ne dert açtıklarını merak etti.


Toplantı çok aydınlatıcıydı.

Elçi Wann konuşurken, ortasında bir holo yayıcının bulunduğu oval bir ahşap masada oturuyorlardı. Carth, elçiye Manaan'da bulunma sebeplerini anlatırken özellikle üstü kapalı konuşmuş ve sadece Jedi Konseyi ve Cumhuriyet adına önemli bir görevde olduklarını söylemişti. Yüksek güvenlikle şifrelenmiş raporunu Amiral Dodonna'ya çoktan göndermişti.

Min masanın diğer tarafında, tam karşısında oturuyordu ve Carth'a çok kırılgan görünüyordu. Carth onun zayıfladığını görebiliyordu, ki bu da onu endişelendiriyordu çünkü zaten verecek fazladan kilosu yoktu. Biraz daha verecek olsa, bir deri bir kemik kalacaktı.

"Dört gün önce, Manaan'daki istihbaratımız bunu yakaladı." Wann bir düğmeye bastı ve yeşil hayalet bir görüntü belirdi. Görüntüdeki Min'in fotoğrafı ve fiziksel tarifiydi, aynı zamanda tüm Ebon Hawk mürettebatının isimleri ve fiziksel tarifleri de vardı. Carth, Min'in tanımında ondan Revan değil, Minuet Avery olarak bahsedildiğini fark etti. Fotoğrafının altında yazan para miktarı inanılmaz büyüktü.

Kahretsin.

"Bu aramanın, Sith'in en yüksek mertebeleri tarafından başlatıldığını öğrendik." Elçi Min'e baktı. "Neden başınıza konulmuş ödülün küçük bir gezegen satın alabilecek kadar yüksek olduğunu bize anlatır mısınız, Jedi Avery?"

Min sanki onun konuşmasını bekliyormuş gibi Carth'a baktı. İşte o anda Carth, Min'in kendisini ele vermeye karar verirse engel olmaya çalışmayacağını söylediğinde ciddi olduğunu anladı. Birkaç saniye Min'in gözlerine baktıktan sonra sözcükleri dikkatle seçerek konuşmaya başladı.

Carth Yıldız Haritaları görevleriyle ilgili kısa bir özet verdi ve Leviathan'da olanların oldukça kırpılmış bir versiyonunu anlattı. Sözlerini, "Jedi Avery, görevimizin başarısında önemli bir faktör olan Yıldız Haritaları konusunda uzmandır," diyerek bitirdi. Bu, Jedi Düzeni'nin kendisiyle gurur duymasını sağlayacak kısmi bir gerçekti.

"Anlıyorum." Elçi Wann pek ikna olmuşa benzemese de, konuyu uzatmadı. "Haritanın Manaan'ın neresinde olduğuna dair bir fikriniz var mı?"

"Hayır." Min holo yayıcıya bir veri yongası yükledi ve Yıldız Haritasının bir görüntüsü belirdi.

Elçi Wann'ın gözleri fal taşı gibi açıldı. "Siz bunu mu arıyorsunuz?"

"Onu gördünüz," dedi Min.

"Evet," derken elçinin kaşları çatıldı. "Birbirimize yardımcı olabiliriz."

Elçi Wann, Cumhuriyet'in okyanus tabanında kaçak bir Kolto toplama merkezi kurduğunu ve yakınlarında da Yıldız Haritasını keşfettiklerini anlattı. Henüz kimse bu haritaya ulaşamamıştı ve Min anlatana kadar ne olduğuna dair hiçbir fikirleri yoktu. Son zamanlarda Cumhuriyet bu merkezle iletişim kuramaya başlamıştı ve gönderdikleri tüm asker veya paralı asker grupları kayboluyordu. Bir hafta boyunca hiçbir haber alamamışlardı ve sonra bir bilim grubunun gözlem droidi su yüzüne çıkmış fakat Sith tarafından ele geçirilmişti ve şu anda onların elçiliklerinde tutuluyordu. Cumhuriyet Kolto toplama merkezine gitmeden önce, orada neyin ters gittiğini öğrenmelerinin bir yolu varsa, o da droiddeki bilgiye ulaşmaktı. Elçi ancak bu droiddeki bilgiyi elde edebilirlerse onlara yardım edeceğini açık bir şekilde belirttikten sonra, seçeneklerini tartışmaları için onları yalnız bıraktı.

Min başına koyulan ödülle birlikte gösterilen fotoğrafına bakarak homurdandı. "Kahretsin." Carth'a baktı ve altı gündür ilk defa onunla doğrudan konuştu. "Raporunda onlara benden bahsettin mi?"

"Hayır."

"Etmelisin. Fark etmeleri an meselesi. Onlara bildirmediğin için mahkemelik olabilirsin."

Carth ona çıkıştı. "Neler olabileceğini biliyorum." Sonra derin bir nefes aldı ve kendini sakinleştirdi. "Onlara söylersem, seni askeri cezaevine koyarlar."

Ya da daha kötüsü.

Şaşırtıcı bir şekilde, Min Carth'a sinirlendi. "Eğer sen söylemezsen, ben söylerim. Bunun bedelini senin ödemene izin vermeyeceğim."

"Haritaya ulaşmana ihtiyacımız var ve elimizdeki en iyi koz sensin. Bunun senin… sen olmanla hiçbir ilgisi yok." Carth Min'in ürktüğünü gördü ve kendisini saran suçluluk duygusunu yok saydı. "Bürokrasiyle uğraşacak vaktimiz yok."

Tabi Onasi, ona karşı neler hissettiğinle hiçbir ilgisi yok.

Min itiraz etmeye başladı ama Carth'ın dinleyecek sabrı yoktu. "Bu benim kararım, Min. Saygı göster."

Min biraz daha protesto etmek istiyormuş gibi görünüyordu ama başını salladı ve konuyu değiştirdi. Masanın çevresinde oturan diğerlerine baktı. "Bir plana ihtiyacımız var."

Canderous konuştu. "Sith burada olduğunu büyük ihtimalle çoktan öğrenmiştir ve seni çok yakından izleyecekler. Sana karşı yapılacak herhangi bir saldırı kaza gibi görünmeli yoksa Selkath'ları kızdırma olasılığı var. Kolto kaynaklarını kaybetmek istemeyeceklerdir."

Jolee verileri inceliyordu. "Hepimizi yakından izleyecekler. Sith elçiliğine gizlice girmek hiç kolay olmayacak."

Mission atıldı. "Ben yapabilirim. Kolay olur."

Min bunu aklından bile geçirmeye niyetli değildi. "Hayır."

"Bu mümkün olabilir," dedi Canderous. "Mavi cılız bir çocuğa çok dikkat edeceklerini sanmıyorum."

"Hey! En azından aksi bir ihtiyar değilim. Ve çocuk da değilim!"

"Sözlerine dikkat et, kızım. Senden daha yaşlı çoraplarım var benim."

Mission yüzünü buruşturdu. "Iyyy!"

Carth Min'e baktı. "Gözleri özellikle senin üzerinde olacak. Eğer dikkatlerini dağıtabilirsek-"

"Hayır, bu çok tehlikeli."

"Ama bunu yapabilirim, Min."

"Başka kimi göndereceğiz?" diye sordu Canderous. "Herkes geri kalanımızı izliyor olacak. Haberleri olmadan şu üsten dışarıya adım atmamız bile mümkün değil. Mission bunu yapacak kadar hünerli."

"Doğru söylüyor," dedi Juhani. "Gizlilikte içimizde en iyi olan o, ayrıca bilgisayardan da en iyi anlayan o. Onunla giderdim, ama bu yaralarla sanırım sadece ayak bağı olurum." Juhani, Leviathan'daki savaştan sonra hala toparlanmaya çalışıyordu. Cumhuriyet elçiliğindeki doktorlar onu muayene etmiş ve tamamen iyileşeceğini ama zaman alacağını söylemişlerdi.

"Başka bir yol bulacağız."

"Ben de Mission'u göndermek istemiyorum ama bu başka yol çok zamanımızı alacak," diye araya girdi Carth. "Malak'ın kuvvetleri son hızla büyüyor. Eğer Cumhuriyet saldıracaksa, bunu bir an önce yapmak zorunda. Ayrıntılı planlar için zamanımız yok."

"Öyleyse zaman yaratırız."

"Takımın bir parçası olduğumu ve bana ihtiyacın olduğunu söylüyorsun ama asla önemli bir şey yapmama izin vermiyorsun!" dedi Mission.

"Evet, verdim."

Mission inat etti. "Hayır, vermedin. Kashyyyk'te seninle gölge topraklara gelmeme izin vermedin, Korriban'da seninle akademiye gelmeme izin vermedin ve Tattooine'de de kumul insanlarla konuşmaya gittiğinde seninle gelmeme izin vermedin." Min'e tüm ciddiyetiyle baktı. "Güçlü bir savaşçı olmadığımı biliyorum ama yardım etmek istiyorum. Bu benim yapabileceğim bir şey."

Min yardım etmesi için Zaalbar'a baktı. Wookiee omuzlarını silkti. O haklı. Bunu yapabilir.

Carth sorunun Mission'un yetenekleri olmadığını biliyordu. Min'in duygularının mücadele verirken yüzüne nasıl yansıdığını izlemişti. Görünüşe göre Mission'a olan sevgisi Leviathan'dan beri değişmemişti.

"Pekala. Wann'ın Sith elçiliğiyle ilgili edindiği bilgilere bakacağız, sonra buna karar veririz."

Mission sırıttı. "Pişman olmayacaksın, Min."


"Bana bir hikaye anlat Canderous," dedi Min, masanın karşısından ona bakarken. Şu anda Mission Sith elçiliğine doğru yola çıktığı için dikkatini başka yöne çekecek bir şeylere deli gibi ihtiyacı vardı.

"Rapor: Ben de size bir hikaye anlatabilirim, Sahip. Doğal olarak benim yiğitliklerimi dinlemek, bu eskimiş organik et torbasının serüvenlerinden çok daha eğlenceli gelecektir."

Canderous çaprazında duran droide şöyle bir göz attı, bu kısa bakış gerçek bir organik et torbasını rahatlıkla tabana kuvvet kaçıracak nitelikteydi.

"Hayır, anlatma. Sadece suikastçılar için gözünü açık tut," dedi Min yorgun bir şekilde. Şu anda droidin bir başka tüyler ürpertici hikayesine tahammül edebileceğinden emin değildi. Min droidin eski suikastçılık yaşamında başından geçen serüvenleri komik ama rahatsız edici bulmuştu ve öldürdüğü insan sayısını ve ne kadar çok sahibinin kazara öldüğünü duyunca şaşırmıştı.

Kendi kendini sürgüne gönderdiği ofisinden ilk çıktığında, büyük ihtimalle altı gündür gerçek sahibinin Min olduğunu söylemek için beklemiş olan bu katil protokol droid, onu büyük bir neşe içinde karşılamıştı. Min'in aslında Revan olduğu bilgisi, droidin bellek çekirdeğindeki şifrelenmiş verinin açığa çıkmasını sağlamıştı. HK-47 yapılması için emri verenin Revan olduğunu ve onu bir suikast görevine gönderdiğinde kaybolduğunu anlatmıştı. Min bunu öğrendikten sonra, neredeyse bir altı gün daha kendini ofisine kilitleyecekti. Sorumlusu olduğu daha fazla ölümü duymak istemiyordu.

Mimik yeteneği olmasa da, protokol droidi bir şekilde gücenmiş gibi görünmeyi başardı. Min tekrar Canderous'a döndü. Canderous sırtını köşeye dayamış, bardaki diğer müşterileri şüpheci gözlerle süzüyordu. Şu anda içinde bulundukları kantin, şimdiye kadar gördükleri tüm diğer batakhanelerden çok daha nezihti. Yolculuğa başladıklarından beri bu, kesinlikle gördükleri en düzgün kantindi. Min memnundu; kirli, dumanlı, kokulu kantinlerden bıkmıştı.

"Olur. Seninle ilgili bir tane anlatayım."

"Kendimle ilgili bir şey dinlemek istemiyorum."

"Çok kötü." Ama Canderous, içkilerini getiren garson yüzünden rahatsız olmuştu. Garsonun gözlerine baktı ve kadın korkuyla içkileri neredeyse düşürüyordu. İçkileri hızla masaya bıraktıktan sonra, kaçarcasına oradan uzaklaştı. Canderous viskisine baktı ve sigarasından bir nefes çekti. "Böylesine iyi bir içkiyi harcamak büyük bir ayıp." Ne kadar kolay zehirlenebileceklerini bildikleri için daha önce elçiliğin dışında herhangi bir şey yiyip içmemeye karar vermiş olmalarına rağmen, sıradan görünmek için içki söylemişlerdi. Canderous sinirle bardağını parmaklarının arasında çevirdi.

Viskinin kokusu, neredeyse Min'in tüm yediklerini çıkarmasına sebep olacaktı. Alkolizmi denediğinden beri hala tam olarak toparlanamamıştı.

"Sual: Sahip, içkilerinizi herhangi bir zehirli madde için taramamı ister misiniz?"

"Bunu yapabiliyor musun?"

"Yanıt: Tabi ki, Sahip. Ekipmanımda yirmi bin dört yüz elli üç farklı zehri bulma yeteneğine sahip ChaumTarayıcı Beş alıcım da var. Karanlık Lord iken bu özelliğimi oldukça sık kullanırdınız. Gerçi herhangi birinin et torbalarını kavurmak dururken, neden zehirlemeye çalışacağını anlayabilmiş değilim."

"İçkileri tara."

HK'in gözlerinden kırmızı bir ışın çıktı ve Min'in kaffa fincanıyla Canderous'un viskisini taradı. Bir dakika sonra droid konuştu.

"Sahip'in içeceğinde Chall diye bilinen ölümcül bir toksin bulundu. Viskinin temiz olma ihtimali ise yüzde doksan dokuz nokta beş."

Çok hoş.

Min elini fincandan çekti ve gözlerini içindeki kaffaya dikti. Canderous ise yüzde sıfır nokta beşlik bir zehirlenme ihtimalinin riske değeceğini düşünüp, odaya göz gezdirirken viskisini içmeye başladı. "Chall, Ryloth'dan bir zehir, öyle değil mi?"

"Yanıt: Bu doğru."

"Sence bir Twilek'ten gelmiş olma ihtimali var mı?" diye sordu Min.

"Belki ama bu zehir herkesçe satın alınabilir. Kimin seni öldürmeye çalıştığını söylemek çok zor. Şu an bizi izleyen en az dört kelle avcısı var. Şu masadaki Sith askerlerinden bahsetmeme bile gerek yoktur sanırım."

Min burnunun direğini kaşıdı.

"Elçiliğe geri dönmeliyiz. Öldürülmek istiyormuşsun gibi davranıyorsun."

"Hayır. Mission'un işini tamamladığını öğrenene kadar dönmeyeceğiz." Min planlarının yürümesini umuyordu. Umudu, herkesin kendisini öldürmeye çalışmakla fazlasıyla meşgul olup, Mission'u gözden kaçırmalarıydı.

Canderous çevresini izlemeye devam ederken, Min sessizlik içinde birkaç dakika daha zehirli içeceğine baktı. Canderous yumuşak bir sesle konuşmaya başladığında Min'i irkiltti.

"Sen muhteşem bir savaşçıydın, Revan. Muhteşem bir general. Neden olduğun kişiyi bağrına basmadığını anlamıyorum."

Min ona baktı. "Sanırım sana açıklamaya çalışsam bile anlamazdın."

"Mandalor'la savaşıp onu öldürdüğünde, ben oradaydım. Malachor V'in göklerinde yapılan o son savaşı hala hatırlıyorum. Gezegenin etrafını sarmış iki filo, yıldızların pırıltısını bile gölgede bırakıyordu. Savaşın bu son cephesinde, kazanmanızı sağlayan ne gemileriniz, ne adamlarınız ne de pek övündüğünüz "özgürlük için savaş" naralarınızdı. Cumhuriyet'in galip gelmesini sağlayan tek bir kişinin - senin - başarındı."

Sigarasından bir nefes daha aldı ve dumanı burnundan verdi. "Stratejin ve taktiklerin, sana karşı gönderebildiğimiz en iyileri bile yenmeni sağladı. Hatta Mandalor'un kendisi bile senin saldırılarının yırtıcılığı, savunmanın dirençliliği ve planlarının dehası karşısında şaşkına dönmüştü. Bizi olduğumuz yerden kımıldayamaz hale getirinceye kadar saldırıp, sonra da geri püskürtmeye başlamıştın. Başka şansımız kalmamıştı."

"Mandalor ile bir kan düellosunda karşılaştım, öyle değil mi?"

"Evet. Yedeğin Malak'tı."

Ve birden, Min hatırladı.

Revan ofis kapısının açıldığını duyduğunda incelediği günlük raporlardan başını kaldırdı. Malachor V üzerindeki savaş çok cana mal olmuştu ama buna değerdi. Mandaloryalı kuvvetleri tamamen parçalanmıştı ve şimdi tek yapması gereken buna bir son vermekti.

Ürpertici maskesi, bilgisayar terminalinin yanında, masada duruyordu. Revan bu maskeden kurtulması gerektiğini biliyordu çünkü artık onu takmak ürkütücü derecede kolay olmaya başlamıştı. Başlangıçta bu maske, kadın düşmanlığı konusunda adı çıkmış Mandaloryalı'lardan cinsiyetini gizlemek için gerekliydi. Daha savaşın başlangıcında, Mandalor'un bir kadına yenilmeyi asla kabul etmeyeceğini biliyordu. Revan,bir Mandalorya efsanesinde geçen, eski ölüm tanrısının taktığı bu maskeyi özellikle seçmişti. Mandaloryalı'lar aptalca batıl inançlara hemen kanmayacak kadar sağlam olsalar da, dört yıldır aralıksız taktığı bu maske ve giydiği zırh, şimdi savaş alanlarına korku yayıyordu. Revan bundan hoşlanmaya başlamıştı ve bu durum ödünü koparıyordu. Neyse ki artık sadece bir kez daha takması gerekecekti.

"Evet?"

Malak kan parşömenini elinde tutarken, iri vücudu kapı girişini neredeyse tamamen kaplamıştı. Mandalor, Revan'ın düelloya davetini kabul etmişti.

"Güzel. Şartları nedir?"

Malak odaya girdi ve kapı arkasından kapandı. "Tam zırh, çift bıçak. Aynen tahmin ettiğin gibi."

Revan şaşırmamıştı. Üç yıldan uzun süredir bu an için hazırlanıyordu. Mandaloryalı geleneklerini ve Mandalor'un kendisini inceledikten sonra, her şeyin bu noktaya geleceğini biliyordu. Mandalor'u resmi bir kan düellosunda yenmek, Mandaloryalı'ların geleneklerine göre bir savaşı sona erdirmenin tek yoluydu. Aksi takdirde, geri kalan Mandaloryalı kuvvetleri yenilgiyi asla kabul etmez ve daha yıllarca sürecek bir çatışmaya sebep olabilirlerdi.

Malak Revan'a bakarken kaşlarını çattı, endişesi güçlü, sert yüzüne açıkça yansımıştı. "Düelloya ben girmeliyim. Bu konuda senden daha iyiyim." Abartmıyordu. Revan da yetenekli olsa da, Malak tam bir kılıç ustasıydı.

"Biliyorum ama daha önemsiz olduğunu düşündüğü biriyle dövüşmeyecektir." Revan yorgun bir şekilde gülümsedi. Düelloda kendisinin dövüşecek olmasının Malak'ın keyfini kaçırdığını biliyordu; bu konuyu aylarca tartışmışlardı. "Hem bildiğin her şeyi bana öğrettin. Bunu başarabilirim." Sesinin hissettiğinden daha güvenli çıkmasına uğraşmıştı.

"Hala iki elle dövüşme tarzının daha az verimli olduğunu düşünüyorum," diye homurdandı Malak.

Revan ayağa kalktı ve ona doğru yürüdü. Kollarını boynuna sararken, yanağını göğsüne dayadı. Malak onu kollarıyla sardı ve kendine çekti.

Malak elini onun çenesine koydu ve başını kaldırıp ela gözleriyle yüzünü araştırdı. "Yedeğin olmama izin vereceksin, değil mi?"

"Tabi ki. Başka kim olabilir ki?" Bir başkasını düşünmek aklına bile gelmemişti.

Revan'ı nadir gülümseyişlerinden biriyle ödüllendirirken, Malak'ın göz kenarları kırıştı. "Asla bilemezsin. Bazen şımarık zengin kızlar çok kalın kafalı olabiliyorlar."

Revan bir kaşını kaldırdı. "Tanıdığım bazı çiftçi çocukları kadar değil."

Malak güldü.

Revan bu birlikteliğin tadını biraz daha çıkardı ama sonunda görev onu çağırıyordu.

"Bizi bekliyorlar, öyle değil mi?"

"Evet."

"Gitmeliyiz."

"Evet," dedi Malak ama hala ona sarılıyordu. Bir koluyla Revan'ın belini sıkıca kavrarken, diğer elini kısa kesilmiş dalgalı saçlarına gömdü.

Revan güldü. Bu uzun zamandır yapmadığı bir şeydi ve şimdi ilaç gibi gelmişti. Ama fazla zamanları olmadığını biliyordu. "Mal-"

"Sessiz ol." Malak eğildi ve onu öptü. Revan Güç üzerinden zihinleri birbirine dokunduğunda, Malak'ın varlığının tadını çıkardı.

İçini çekti ve gönülsüzce birbirlerinden ayrıldılar.

"Hazır mısın?" diye sordu Malak.

"Evet."

Malak kapıyı açtı ve Gece Rüzgarı'nın, Yüksek Amiral Hawke, Amiral Karath, Amiral Dodonna ve Amiral Durvil'in, köprü mürettebatı ve büyük bir grup Jedi Şövalyesiyle birlikte beklediği komuta güvertesine ilerlerken Revan'ı takip etti.

Malachor V'in üzerindeki geri kalan filo holoekrandan izliyordu. Revan bu askeri gösteriyi atlamak istemişti ama Malak haklı olarak, tüm orduya moral vereceğini ileri sürerek diretmişti. Kalabalık köprü inanılmaz sessizdi, şu an gözler önüne serilmekte olan törenden büyülenmiş gibiydi. Revan Mandaloryalı'lara hakkını vermeliydi, törenleri gerçekten barbarca ama göz kamaştırıcıydı.

Bu tören için getirilmiş metal masanın iki yanında durdular. Revan başlaması için başını salladı ve Malak da parşömeni aralarındaki masanın üzerine yaydı. Masanın karşısından birbirlerine baktılar ve Malak ayin bıçağıyla çabucak sağ avucunu kesti ve sonra Revan'a uzattı. O da aynısını yaptı. Avuçları birbirine değecek şekilde masanın üzerinde ellerini birleştirdiler, Malak'ın devasa ve nasırlı elinin içinde Revan'ın uzun, ince parmakları kaybolmuştu. Dirseklerden bileğe kadar olan kolları birbirine yaslanmıştı. Kanları birbirine karışırken, kollarından akarak parşömene damlıyordu.

Sözleri birlikte söylediler; Revan aylar öncesinde bu sözleri Malak'a öğretmişti. Bu ant, Mandaloryalı geleneğinin bir parçası olsa da, Revan her sözü içtenlikle söylüyor ve şu anda masanın karşı ucunda bir başkasının olmasını asla istemeyeceğini düşünüyordu.

Cumhuriyet taburlarının anlayabilmesi için Mandalorya dili yerine temel dilde konuştular. "Galibiyette ya da yenilgide, onurunun bekçisi olacağım. Eğer sendeleyecek olursan, senin yerini alıp ölüme meydan okuyacağım. Eğer ölürsen, cenaze ateşini bizzat yakacak ve hatıranı onurlandıracağım. Galaksi adının şerefi karşısında titreyecek."

"Beni yedeğin olarak kabul ediyor musun?" diye sordu Malak.

"Evet. Benim düşmanlarım senin, senin düşmanların benimdir artık."

Tüm köprü tezahürat ve alkışla inledi…

Min masadan geriye doğru öyle bir sıçradı ki, zehirli kaffayla dolu fincan ters dönerek metal yüzeye döküldü. Min ayağa kalkarken, Canderous ona öfke ve hayretle bakıyordu.

"Hava," derken güçlükle soluk alıyordu Min. "Bana oksijen lazım."

Min neredeyse koşarak kantinden çıkarken, Canderous ve HK-47 ona yetişmek için kapışıyorlardı.


Hantal nakliye aracı yalpalayarak hareket etmeye başladığında, Mission hareketsiz bir şekilde en az sevdiği sebze olan konserve patates kutusu yığınının arkasında duruyordu. Büyük endüstriyel limanda duran Sith nakliye aracına gizlice binmişti. Koltonun tutulduğu limanın aksine, Sith Elçiliğinin mutfak ihtiyaçlarının temini için kullanılan bu tıka basa dolu liman çok iyi korunmuyordu. İki tane fazlasıyla sıkılmış ve genç Sith muhafızını, görünmezlik alan jeneratörü ve ses bastırıcısıyla atlatmak, yapmak üzere olduklarının en kolay kısmıydı.

Heyecanını zar zor bastırabiliyordu; Min'in kendisini sadece korumaya çalıştığını biliyordu ama bazen bu çok sinir bozucu oluyordu. Diğerleri eğlenirken, eli kolu bağlı oturmaktan bıkmıştı. Hem Carth hem de Min önemli olduğu konusunda onu temin etmiş olsa da, en ufak bir tehlikeye girmesine izin vermiyorlardı ve Mission kendini kanıtlamak için yanıp tutuşuyordu.

Sonunda araç durdu, tekrar yalpaladı ve yavaşça geri geri gitmeye başladı. Son bir kez sallandıktan sonra motorları durdu ve büyük metal kapı açılırken, bir çift mutfak droidi araca girerek kasaları yüklenip servis girişine taşımaya başladı.

Mission becerikli bir şekilde aralarından kendini göstermeden sıvıştı ve elçiliğe girdi. Şef droidlerin, kat kat ve inanılmaz leziz görünen bir tatlıyla uğraştıkları sıcak ve hareketli mutfaktan geçmeye başladı. Kısa bir süre, bir tadımlık çalıp çalmamak arasında kararsız kaldıktan sonra, sonunda koridora çıktı ve köşede yere çömelerek fısıldadı. "İçerdeyim."

Kulaklığından Juhani'nin teneke gibi sesi geldi. "Üçüncü kavşaktan sağa dön."

Cumhuriyet istihbaratı tarafından tedarik edilen şema sayesinde Juhani, Mission'ı Elçiliğin içinde, ofislerden, depolardan, kolto sağlık merkezinden ve eğitim salonundan geçirerek, aradıkları droidin bulunduğunu tahmin ettikleri robot teşhis laboratuarına doğru yönlendirdi.

Mission kapıyı açmak için güvenlik spike'ını kilide sokmadan önce koridorun tamamen boşalmasını bekledi. Spike'ı kilidin içinde birkaç saniye evirip çevirdikten sonra, ağabeyi Griff'ten devraldığı haneye tecavüz yetenekleri sağ olsun, kapı rahatlıkla açıldı.

Şans onunlaydı ve laboratuar bomboştu. Donuk kırmızı droid odanın gerisindeki bir teşhis masasında duruyordu. Pek çok ceplerinin birinden, T3'ün uzaktan erişim yongasını çıkardı ve bunu droidin giriş soketine yerleştirdi.

"Tamam. Hazır," dedi Juhani'ye. Yer-uydu bağı bipleyerek hayat buldu ve T3 droidin bellek çekirdeğine ulaşmaya başladı.

T3 bellek çekirdeğini inceleyip, şifrelenmiş verileri yükleyip, hayati verileri silerken, Mission yavaş bir işkence gibi gelen bir on beş dakika boyunca beklemek zorunda kaldı. T3'ün işi bittiğinde ve Mission bu droidin kesinlikle erkek olduğuna kanaat getirdiğinde, uzaktan erişim yongasını çıkardı ve geldiği yoldan dönmeye niyetlenerek lağıma doğru yola koyuldu.

Çok kolay.

Bela, mutfaktaki lezzetli tatlıdan nasıl bir parça çalabileceğini kafasında tasarlarken geldi. Arkasındaki koridorda kendisine doğru yaklaşan ayak seslerini duyunca, Mission sıkıcı bir gri renkteki duvara vücudunu dümdüz yasladı ve hareketsizce bekledi. Bu, koridorda ne zaman birisi belirse yaptığı bir şeydi ve bir sorun çıkmasını beklemiyordu. Ama siyah cüppeyi gördüğünde başının gerçekten dertte olduğunu anladı ve elçiliğe girdiğinden beri ilk defa korkmaya başladı.

Ah, lanet!

Olabildiğince hareketsiz ve küçük olmaya odaklandı. Belli ki acelesi olan pelerinli Karanlık Jedi yanından hızla geçti ve Mission kendisini sezemeyecek kadar kafasının meşgul olduğunu umdu. Ama koridorun sonuna geldiğinde aniden durdu ve döndü, gözleriyle koridoru tarıyordu. Adam doğrudan Mission'a baktı ve çift bıçaklı ışın kılıcı ateşlenerek hayat buldu. Mission kıpırdamazsa öleceğini biliyordu.

Mission başını eğip, kemerinden hızla bir ışık el bombası çıkarırken, Jedi ışın kılıcını ona doğru fırlattı. Mission tam zamanında yere çömelmişti. Işın kılıcı daha az önce başının bulunduğu metal duvara çarptı ve bıçak metale değdiği anda üzerine yağmaya başlayan sıcak kıvılcımlar Mission'un lekku'sunu hafifçe yaktı. Mission el bombasının pimini çekti ve koridora doğru yuvarladı.

Dönüp koşmaya başladığında bombanın arkasından patladığını ve Karanlık Jedi'ın bir dizi küfür savurduğunu duydu. Arkasına dönüp takip edilip edilmediğine bakmadı.

Çevresini saran görünmezlik alanı çatırdayıp parçalanmaya başlamıştı ve Mission, şu anda koridora herhangi birinin çıkması durumunda kendisini görebileceklerini biliyordu.

"Juhani! Bana başka bir çıkış lazım!" diye bağırdı, koridorda nereye gideceğini bilemez halde körü körüne koştururken.

"Mission, panikleme. Neredesin?"

Bana paniklemememi söyleme!

Mission çılgın gibi çevresine bakındı. "Ben… kliniğin önündeyim."

Koşmakta olan çizmelerin sesi şimdi gittikçe yaklaşıyordu ve Mission, Juhani'nin cevabını bekleyecek kadar zamanının olmadığını biliyordu. Mission kilitlenmemiş büyük bir metal kapıyla sona erene kadar, koridoru takip ederek koşturdu.

Başka bir şansı olmadığından ve bunun kendisini bir çıkmaza sürüklemeyeceğini hararetle arzulayarak kapıyı açtı. Oldukça ürkmüş görünen bir Twi'lek resepsiyonistle karşılaşınca, burasının elçiliğin ön girişi olduğunu anladı.

Mission ön kapıya doğru çabucak hareket ederken, bağıran Twi'lek'in sorularını zar zor duydu. Kapıya ulaşamadan, ayakları aniden yanlamasına yerden kesildi ve hızla duvara çarptı. Kaydı ve yere düştü.

Başını kaldırdığında, ellerinde ve yüzünde ışık el bombasının bıraktığı yanıklar olan ve fazlasıyla öfkeli görünen Karanlık Jedi'ın tam önünde durduğunu gördü. Kamasını çıkarıp, meydan okurcasına ayağa kalktığında, adam neredeyse pek eğlenmiş gibi göründü ve Mission fark etti ki, adam kendisiyle oynamak niyetindeydi.

Karanlık Jedi, Mission'a şehvetle baktı ve Mission bunun o kadar da eğlenceli olmadığını düşündü.


Min nereye gittiğinden habersiz ama delicesine bir kaçma arzusuyla, körü körüne ilerliyordu. Kantinden yaklaşık on metre uzaklaşmıştı ki, durdu ve Manaan okyanusunun sonsuz mavisine yukardan bakan açık parmaklıklara yaslandı.

Gözlerini kapatarak, tuzlu havanın titreyen bedenini sarmalamasına izin verdi ve kendini kontrol altına almaya çalıştı. Ama bu çok zordu çünkü hatırada hissettiği duygular inkar edilecek gibi değildi.

Birbirimizi sevmiştik… hem de en az…

Bu düşünceyi kafasından çıkardı ve Malak'la yaptığı savaşı gözünün önüne getirmeye çalıştı. Gemisine saldırarak ona nasıl ihanet ettiğini anlatırken Malak'tan tek sezdiği, saf bir şiddetle köpüren nefretti. Min onu suçlamıyordu.

Sonuçta çenesini parçaladım.

Min parmaklıkların üzerinde eğildi ve midesindekileri boşaltmaya başladı.

Sonunda, omzunda onu doğrultmaya çalışan güçlü bir el hissetti. Min işini bitirip başını kaldırdığında, üzerideki siyah bluzu ve kahverengi yeleği Min'in döktüğü zehirli kaffayla ıslanmış ve kaşları çatık Canderous'u gördü. Neredeyse endişeli görünüyordu ama daha çok kızgındı. Sessizce, silahlarını temizlerken kullandığı yağ gibi kokan bir bez parçasını cebinden çıkararak Min'e uzattı. Min'in umurunda değildi, bez parçasını minnetle alarak ağzını sildi.

"Bu çok aptalcaydı. Orada-"

Arkalarında kalmış kantin havaya uçtuğunda, Canderous sözünü tamamlayamadı.


Karanlık Jedi elini kaldırdı ama patlamayı duyunca duraksadı. Mission bu bir anlık dikkat dağınıklığından faydalandı ve vibrobıçağını Canderous'un kendisine öğrettiği gibi adamın boynuna sapladı. Bıçak atar damara denk gelmişti ve Mission'un eli, Karanlık Jedi'ın yapış yapış kanına bulandı. Adam yere yığılıp boğazından lıkırtı sesleri çıkarırken, Mission bıçağı sapladığı yerden çekerek aldı.

Resepsiyonist yine bağırmaya başladı ve Mission blaster'ını tabanca kılıfından çıkararak, titreyen ellerle kadına çevirdi.

"Sessiz ol!" dedi sesinin gıcırdamamasına uğraşırken ve kadın yutkunarak başını salladı.

Şimdi ne yapacağım?

"Iıh… yere yat. Yüzünü yere çevir." Kadın itaat etti ve Mission minnettardı çünkü kadını vurabileceğinden emin değildi.

Mission altüst olmuş sinirlerini kontrol altına almaya çalıştı, görünmezlik alan jeneratörünü yeniden etkinleştirdi ve ön kapıdan çıktı.


Min, Mission ve Juhani'yle paylaştığı Cumhuriyet elçiliğindeki misafir süitine girdi ve HK'e kapıda nöbet tutmasını emretti. Bir darbeyle bayılmış olmaktan dolayı ağrı içindeki vücudu ve dönen başına en iyi gelecek şeyin sıcak bir banyo olduğuna karar vermişti.

Kantindeki patlamanın şok dalgaları Canderous'un koca bedeninin Min'e şiddetle çarpmasına sebep olmuştu. İkisi de yakındaki bir duvara doğru fırlamış ama Min'in bayılmasına sebep, üzerine çullanan yüz yirmi kiloluk Mandaloryalı kas yığını olmuştu. Canderous çok daha kötü bir durumda kalmış, uçan büyük keskin camlar omuzlarına, sırtına ve kalçasına saplanmıştı. Canı çok yanmış olmalıydı ama Canderous yine de Min'i yakındaki elçiliğe kadar taşımayı başarmıştı. Doktor Canderous'un yaralarının ciddi olmadığını ve vücudundaki iyileştirici implant sayesinde yarına kadar toparlanacağını söylemişti.

Mission'un elde ettiği veriler kötü bir şekilde bozulmuştu ve Cumhuriyet veri teknisyenleri bir anlam çıkarabilmek için üzerinde çalışıyorlardı. Ama onların işi bitene kadar, Min'e biraz dinlenmeye çalışmaktan başka yapılacak bir şey kalmıyordu.

Min artık gözden düşmüş ve hiç rastlanmayan bir küvetin bulunduğu ve sonik değil, gerçek suyun kullanıldığı tertemiz banyoya girdi. Küveti sıcak su ve sabunla doldurdu, üzerindeki kirli kıyafeti çıkardı ve küvete girdi. Suyun birkaç dakika boyunca çürük ve ağrıyan kaslarını rahatlatmasını bekledikten sonra yorgunluğu galip geldi ve kantinlerin havaya uçtuğu, masumların öldüğü rüyalarla dolu, rahatsız bir uykuya daldı.

Min'i uyandıran süitteki hareket sesleri oldu. Bileğinin küçük bir hareketiyle banyo tezgahının üzerinde bıraktığı ışın kılıçlarını eline çağırdı. Sezilerini alana yaydığında önemli bir şey olmadığını ve gelenin sadece Mission olduğunu anladı. Min müteşekkirdi, bugün bir suikast girişimiyle daha uğraşacak gücü yoktu.

Süslü kalın havluyu alıp kurulandıktan sonra pijamalarını giydi. Banyodan çıktığında, Juhani yemeklerle kaplanmış bir masada Mission'a katılmıştı ve günlerdir ilk defa Min gerçekten acıkmıştı. Hem Juhani hem de Mission, sanki yanlış bir şey söylerlerse kendini yine bir yerlere kilitlenmesinden korkuyorlarmış gibi tedirgince Min'e gülümsediler.

"HK'e o yemekleri tarattınız mı?"

Mission başını salladı. Bardan aldıkları yemekte zehir çıktığından beri, Ebon Hawk mürettebatı her yiyeceği HK'e taratıyordu.

"Güzel." Juhani bir tabak uzattı. "Teşekkürler," dedi Min, katı bir şeylerin mide bulantısını durduracağını umarak tabağına bolca yemek doldururken.

Min ofisinden çıktığından beri ilk defa gerçekten konuşma fırsatı bulmuşlardı ama kimse nereden başlayacağını bilmiyormuş gibi görünüyordu. Birkaç dakika sessizce yemeklerini yediler fakat Min buna daha fazla dayanamıyordu. Bir sohbet açmak umuduyla konuşmaya başladı.

"Bugün iyi bir iş çıkardın, Mission." Bunda ciddiydi; özellikle karşılaştığı Karanlık Jedi da düşünülecek olursa, kız inanılmaz bir iş çıkarmıştı.

"Sağ ol," dedi Mission otomatik olarak, bir yandan da çatalıyla tabağındaki yemekle oynarken. Min sonunda Mission'un somurtkanlılığın kendisiyle belki de hiç alakalı olmadığını fark etti.

Evet, her şey senin çevrende dönmüyor.

"Sen iyi misin?"

"Evet."

Min şimdi gerçekten endişelenmişti çünkü bir iki hecelik cevaplar hiç Mission'un tarzı değildi. Min ve Juhani masanın karşısından birbirlerine kaygılı bakışlar attılar.

"İyi görünmüyorsun."

"Sadece…" Min'e ve Juhani'ye bakıp içini çekti. "Bahsettiğim Karanlık Jedi vardı ya, hani beni kovalayan?"

"Evet," dedi Juhani çabucak.

"Onu öldürdüm."

Jedi kadınlar devam etmesini sessizce beklediler ama Mission bir daha gıkını çıkarmayınca, sözleri isteksiz genç kızın ağzından kerpetenle çıkarmak zorunda kaldılar.

Min'in kafası karışmıştı. "Mission, daha önce de blaster'ınla insanları vurmuştun." Gizli Bek üssündeki baskını düşünüyordu ve Mission'un orada kendi payına düştüğü kadar çete üyesini öldürdüğünden oldukça emindi.

"Evet, ama boynuna bıçak sapladım. Korkunçtu. Her yerde kan vardı. Ben hiç… sadece…"

Min ne diyeceğini bilmiyordu; cinayet ahlakı konusunda ahkam kesecek son kişi olmalıydı. Mission'ın oraya gitmesine baştan izin verdiği için, içinden kendine küfretmekle meşguldü. Neyse ki imdadına yetişen Juhani oldu.

"Kendini savunuyordun," dedi Juhani. "Eğer sen önce saldırmasaydın, seni öldürmüş olacaktı."

"Biliyorum. Bunun canımı sıkmasına izin vermemeliyim."

"Asıl bu canını sıkmadığında korkmaya başlamalısın." Mission yavaşça başını salladı. Juhani'nin sözleri onu rahatlatmışa benziyordu.

Şüphesiz. "Ben Darth Revan'ken, insanları öldürmek benim için sorun değildi. Sonunun benim gibi olmasını istemezsin," dedi Min yavaşça.

Mission Min'e döndü. "Ama artık Darth Revan değilsin."

Min artık aç değildi ve önündeki tabağı itti. "Bundan o kadar da emin değilim."

"Değilsin." Mission öyle kendinden emin söylemişti ki, Min de bu konuda onun kadar emin olmayı diledi. "Ve döndüğün için mutluyum. Senin için gerçekten endişelenmiştim."

"Hepimiz endişelenmiştik," dedi Juhani.

Bu inanılmazdı. Min ne zaman daha fazla suçluluk duyamayacağını düşünse, mutlaka ortaya yeni bir şey çıkıyor ve ne kadar yanıldığını kanıtlıyordu. "Üzgünüm çocuklar. Son zamanların zorlu geçtiğini biliyorum."

"Üzgün olmanı gerektiren hiçbir şey yok! Bunu sen istemedin ki. Hem eskiden ne olursan ol, artık bizden birisin."

Juhani söze karıştı. "Sana inancım tam. Malak'la yapılacak savaşa kadar seni izleyeceğim."

Min boğazındaki düğümü yutkunarak gidermeye çalıştı. "Yanımda bile durmaya nasıl dayanabildiğinizi anlamıyorum."

"Minuet, beni iki defa kurtardın. Nasıl durmam?"

Min soran gözlerle bakınca, Juhani anlatmaya başladı.

"Sen ve Malak, Mandaloryalı'lara karşı giriştiğiniz savaş için Taris'ten asker toplamaya geldiğinizde taburlarınıza köle pazarını dağıtıp, köleleri serbest bırakmalarını emretmiştiniz." Juhani, Min'in canını yakan derin bir saygıyla bakıyordu. "İlk defa bir Jedi gördüğümde, aynen hayalimde canlandırdığım gibi olduğunu düşünmüştüm. Hem saygı hem korku duymuş… belki de biraz aşık olmuştum," dedi pişmanlıkla. "Jedi olmamın sebebi sendin."

"Bu kadar zamandır Revan olduğumu biliyor muydun?"

"Hayır. Seni sadece kısa bir süreliğine görmüştüm ve sadece bir çocuktum. O zamanlar biraz daha farklı görünüyordun. Gerçekten bilmiyordum."

Min başını salladı.

"Seni idol olarak aldım. Bana yenilmez biri gibi görünmüştün. Karanlık Sith Lordu olduğunu duyduğumda, bunda bir yanlışlık olduğunu biliyordum. Beni kurtaran kadın, benim… benim hayranlık duyduğum kadın kesinlikle tamamen karanlığa yenilmiş olamazdı."

Ama yenildim.

"Burada olmandan dolayı çok mutluyum ve yanında savaşmak benim için bir onur."

"Benim için de," dedi Mission.

Min bir ses çıkarabilinceye kadar oldukça mücadele verdi. "Teşekkürler." Kendisini rahatlatmaya çalıştıklarını bilse de, inanılmaz ve mutlak sadakatleri hem ıstırap verici hem de korkutucuydu. Ağlamaktan korktuğu için derhal konuyu değiştirdi; bir defa ağlamaya başlarsa sonunun gelmeyeceğini biliyordu. Merhamet göstererek, konuyu değiştirmesine izin verdiler.


Ertesi gün, bir cehenneme adım atmış gibiydiler.

Gözlem droidi, tuzağa düşmüş bir çift bilim adamının fazlasıyla bozulmuş imdat çağrısını barındırıyordu. Teknisyenlerin elde ettiği seslerden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Panik içindeki ateşli konuşmalardan çıkarabildikleri, merkezin saldırıya uğradığı, bilim adamlarının çoğunun öldüğü ve hayatta kalanların da oradan ayrılacak bir yol bulamayarak tuzağa düştükleriydi.

Okyanusun tabanındaki gizli Cumhuriyet üssüne giderken kullandıkları küçük gemiye Carth pilotluk etti. Uzun ve gergin bir yolculuk olmuştu. Carth ve Jolee önde otururken, Min ve Canderous arkaya yerleşmişlerdi. Carth üçüyle de konuşmayı istemediğinden, yolculuk boyunca ağzından neredeyse tek bir kelime çıkmamış ve tüm dikkatini kullandığı araca vermişti. Jolee yolun çoğunda kestirmiş, ya da en azından kestiriyormuş gibi numara yapmıştı. Carth, Min'in inzivadan çıktığından beri yaşlı Jedi'a karşı buz gibi davrandığını ve konuşurlarken kısa ve öz cevaplar verdiğini fark etmişti. Ofiste aralarında geçen konuşmayı deli gibi merak ediyordu ve Jolee'yi bu konuda sorguya çekmeyi ciddi olarak düşünmüştü. Jolee'den gerçekten dosdoğru bir cevap alabileceğini düşünse, belki denerdi de ama bu çok uzak bir ihtimaldi ve yaşlı adamın gizli kapalı hikayelerini ve kaçamak cevaplarını çekecek durumda değildi. Min'e sormak ise… henüz onunla konuşmaya hazır değildi.

Canderous son bir buçuk haftadır süregelen dramdan hiç de etkilenmişe benzemiyordu. O ve Min yolculuk sırasında, arada sırada kısık sesle ve süratli bir şekilde Mandalorya dilinde konuşmuşlardı. Normalde Min temel dilde konuşmasını isterdi ama bu sefer Canderous'u kibarlaştırmaya hiç ihtiyacı yokmuş gibiydi. Carth ikisinin ne konuştuğunu merak etti. Önemli bir şey olmadığından ve Canderous'un sadece kendisini sinirlendirmek için böyle yaptığından şüpheleniyordu ve bu işe yarıyordu da. Cumhuriyet üssüne vardıklarında, Carth kendini tam anlamıyla berbat hissediyordu.

Neredeyse başaramayacaklardı. Üsse varmalarına birkaç kilometre kala, büyük, karanlık ve hızlı bir şeyle neredeyse çarpışıyorlardı. Eğer Carth'ın inanılmaz refleksleri olmasaydı ve periferik görüş alanında kıpırdayan bir şey görmeseydi, kaza yapmaları işten bile değildi. Carth bu şeye çarpmamak için aracı kendi çevresinde takla attırarak dikey dalışa geçirmek zorunda kalmıştı. Min emniyet kemerini çıkarmış olmalıydı çünkü Carth, kendi oturduğu koltuğun arkasına çarptığını hissetti ve bunu, kulaklarını tırmalayan bir dizi küfür takip etti.

Limanda su yüzeyine çıktıklarında, yolculuğun bitmiş olmasına minnettardı.

Gemiden inip, ürkütücü sessizlikteki limana adım attılar. Görünüşe göre merkezde sadece yedek bir jeneratör çalışıyordu çünkü yanıp sönen ışıklar donuk ve yapay hava kirliydi. Liman terk edilmişti ama daha da ürkütücü olan, karşı duvardan yere kadar ilerleyen geniş kan lekeleri ve bilgisayar terminalindeki kanlı el izleriydi.

Min ana bilgisayar terminaline ulaşmaya çalıştı ama görünüşe göre her şey çevrimdışıydı ve bu da güvenlik kameralarına erişme umutlarını yok etmiş oldu. T3'ü yanlarında getirecek kadar yerleri olmadığı için yollarına el yordamıyla devam etmeleri gerekecekti.

Carth ve Canderous ışın kılıçlarını kabzalarından çıkarmış Jedi'ların arkasında, koruma ateşi sağlamaya hazır halde durdular.

"Hissedebiliyor musun?" diye sordu Min Jolee'ye.

Jolee kesin bir şekilde başını salladı ve Min ürperdi.

"Neyi hissedebiliyor mu?" diye bağırdı Canderous.

"Bu üsteki Selkath'ları. Onlar… garip," dedi Min.

"Ne demek garip?"

"Delirmişler. Mantık ya da algılama adına hiçbir şeye sahip değiller. Sadece saf nefret ve öldürme ihtiyacı," diye açıkladı Jolee.

"Harika," diye mırıldandı Carth.

Min kapıyı açtı ve duyularına ilk saldıran, leş kokusu oldu. Carth'ın beyninin o anda gördüklerini algılayabilmesi için bir saniye geçmesi gerekti ve algıladığında da, arkasını dönüp ters yöne kaçmamak için tüm bir askeri eğitimi ancak yeterli olabildi.

Ayrışmış ve çürümüş bir ceset yığını, odanın ortasında bir tepe oluşturmuştu. Garip açılarla bükülmüş kol, bacak ve diğer vücut parçaları, kümenin yanlarından sarkıyordu ve yerler kalın bir tabaka halinde duran yapış yapış kanla kaplıydı. Ölü bilim adamı yığının çevresini saran ve onlarla beslenmekte olan, yirmi kadar Selkath'dı. Hepsi birden neredeyse bir ahenk içinde dönüp, gözlerinde telaşlı bir açlık ve dişlerinde kan ve et parçalarıyla yeni gelenlere baktılar.

"Kahretsin," dedi Min.

Taze et kokusunu alınca deli gözleri parıldamaya başlayan Selkath'lar, saldırmaya hazırlandı. Dördü de saf hayatta kalma içgüdüleriyle harekete geçtiler. Min en yakındakine çarpan ve ona dokunan diğerlerini de kızartan ve şokla sarsan bir top yıldırımı parmak uçlarından serbest bıraktığında, Jolee de Selkath'ların yarısının uçup, arkadaki duvara çarpmasına sebep olan şiddetli bir Güç dalgasıyla vurdu. Çoğu yere düştüğünde garip açılarla bükülmüşlerdi ve bir daha kalkmadılar. Min ve Jolee ışın kılıçlarıyla kalanları keserken, Carth ve Canderous da ateş açmışlardı.

Selkath'lar delirmiş olsa da, yine de sadece bilim adamları ve orada çalışanlardan ibaretlerdi. Bir dakika içinde hepsi ölmüştü ama Carth o ilk görüntüyü aklından çıkaramayacağından emindi.

Hiçbirini hayatta bırakmadılar.


Dördü birden üste hızlı bir şekilde ilerlediler ve neyse ki birkaç tane daha ölü bilim adamı ve deli Selkath'dan başka, ilki kadar kötü bir olaya denk gelmediler. Ama denk geldikleri şey, üssün diğer ucundaki bir dizi hava geçirmez kapının yakınlarında, ya onları öldürmek ya da Yıldız Haritasını sabote etmek üzere gönderilmiş bir grup Karanlık Jedi oldu.

Grupları üste ilerleyip gördüklerinin şokundan yavaşça kurtuldukça, Carth, Min'in odalara kimseyi beklemeden dalarak, gittikçe daha da pervasız davranmaya başladığını fark etti. En son Karanlık Jedi dolu odaya dalıp ölümden kıl payı kurtulması, bu umursamazlığının doruk noktası olmuştu. Ne kadar güçlü olursa olsun, Min bile aynı anda saldıran beş Karanlık Jedi'la birden baş edemezdi. Eğer Jolee ve Canderous hızla harekete geçmiş olmasalardı, şimdi ölmüş olacaktı. Bu durum Carth'ı kabul etmek istediğinden çok daha fazla korkutmuştu, ki şu anda Min'e patlamasının sebebi de buydu.

"Sen ne halt ettiğini sanıyorsun?"

Min ona bakmadı bile. Carth'ı iterek yanından geçti ve metal bir malzeme dolabının içinde duran bir dizi dalış kıyafetini incelemeye başladı. Jolee bir bilgisayar terminalinin başına geçmiş, bölgenin haritasını çıkarmaya ve sistemi tekrar devreye sokmaya çalışıyordu ve Canderous da her an ortaya çıkabilecek bir başka çirkin sürprize karşı kapıda nöbet beklerken, bir yandan da onları izliyordu.

"Dalış kıyafeti arıyorum, böylece Yıldız Haritasına erişebilirim," dedi Min. Carth çileden çıkmıştı, çünkü Min'in sorularını bilerek yanlış anladığının farkındaydı.

"İnanılmaz aptalca davrandın, Min. Ölebilirdin."

Min duymamış gibi dolabı karıştırmaya devam etti; kıyafetlerin çoğu parçalanmış veya hasar görmüş olduğu için fazla seçeneği yoktu. Carth'ın öfkesi beynine sıçrarken Min'e dik dik bakıyordu ve o anda anladı.

"İstediğin de bu, öyle değil mi?" dedi olanlar yavaş yavaş dank ederken. "Seni öldürmelerini istedin."

Min ona hala aldırmayarak kendi bedenine uygun gibi görünen bir tulum çıkardı ve incelemek için havaya kaldırdı.

"Kahretsin kadın, bana bak!"

Bakmadı. Sadece sırtını döndü ve hantal dalış giysisini zırhının üzerine geçirmeye başladı.

Carth onu dirseğinden yakaladı ve kendisine bakması için çevirdi.

"Bırak kolumu." Bırakmayınca, Min hızla kolunu çekti.

Posta koyulmayı reddederek, hiç de kibar olmayan bir şekilde Min'in çenesini tutarak kendisine bakması için zorladı. O zaman gördü, baktığı gözlerde mutlak bir kendinden tiksinme vardı. Bu bakışlar kendisine çok tanıdıktı çünkü Morgana'nın ölümünden sonraki bir sene boyunca her aynaya baktığında kendisini karşılayan da bu bakışlar olmuştu.

"Artık ölmek ya da yaşamak senin için bir şey ifade etmiyor, değil mi?"

"Eğer kendimi öldürecek olsam şimdiye kadar çoktan yapmış olurdum. Bu görevi bitirmek zorundayım." Yine Carth'ın elinden kendini kurtardı ve kıyafetin kalanını giymeye odaklandı.

Carth şimdi anlıyordu ve bu da boğazına buz gibi bir yumruğun oturmasına neden oluyordu. Bu, bir zamanlar kendisinin de tutunduğu sapkın bir mantıktı. Min'in bu kadar acı çektiğini bilmek Carth'ı yıkmıştı. "Kendini öldüremiyorsun çünkü bu ölümün şerefine leke sürmek olur ama bir savaşta ölürsen sorun olmaz, öyle değil mi? O zaman kimse seni vazgeçmekle suçlayamaz."

Min cevaplamadı ama Carth onun kaskını takıp, hava geçirmez kabine doğru yönelmeden önce irkildiğini gördü.

"Hayır! Oraya tek başına gitmiyorsun."

Başlığı kıyafete oturturken dönüp bakmadı bile. Carth onu fiziksel olarak durdurmaya kararlı bir halde yürümeye başladı ama büyük ihtimalle Min'in Güç ile oluşturduğu görünmez bir bariyere takıldı. Min sessizce kapıyı açtı ve Carth onu durdurmaya çalışmaktan vazgeçip dalış takımlarının olduğu yığına yöneldi. Kendi üzerine göre giysi olmadığını anladığında, Min çoktan kapıdan çıkmış ve okyanus tabanının simsiyah derinliklerinde gözden kaybolmuştu.

"Kahretsin!" Öfkesi ve çaresizliği galip geldi ve hıncını, kapısına yumruk atıp şiddetli bir tekme savurduğu suçlu depo dolabından çıkardı.

Uzun adımlarla kapıya doğru ilerledi.

"Nereye gidiyorsun?" diye sordu Mandaloryalı.

"Başka bir giysi bulmaya."

Canderous bir adım atarak iri vücuduyla kapı girişini kapattı. Kollarını kavuşturdu ve gözlerini Carth'a dikti.

"Çekil yolumdan Canderous."

"Hayır. Hiç sanmıyorum. Orada başka nelerin olduğunu bilmiyoruz ve eğer sana bir şey olursa, Revan bunun acısını benden çıkarır."

"Ondan o isimle bahsetme."

"Bu onun adı. O Revan."

"Artık Revan değil o."

"Öyle mi sanıyorsun?" Canderous başını iki yana sallarken, sesi küçümsemeyle doluydu.

"Öyle olduğunu biliyorum," dedi Carth tersçe. "Malak'ın saldırısıyla hafızası imha edildi ve yeni bir kimlikle programlandı. Bastila bunu doğruladı."

"Tabi, Onasi. Sen neye istersen ona inan."

Carth'ın zaten laçka olan sinirleri artık boşanmak üzereydi. Canderous'la dövüşmenin bir yarar sağlamayacağını biliyordu ama kendini şımartıp yine de saldırmasına ramak kalmıştı. "Ne demek istiyorsun?"

"Konsey onu tekrar programlamaya çalışmış olabilir, ama belli ki başaramamışlar. Ona gerçekten kendi başarısızlıklarına sebep olabilecek bir kişilik yamamaya çalışacaklarını mı sanıyorsun? O sinirli, bağımsız, geveze, inatçı, dik kafalı, mağrur ve otoriteye neredeyse hiç saygısı yok. Böyle bir karakterin, Konsey'in ilk tercihi olacağını hiç zannetmem. Ona yeni bir isim ve birkaç yalan yanlış anı vermiş olabilirler, ama o hala Revan."

Carth tam karşılık vermeye başlayacaktı ki, Jolee konuştu. "O haklı. Anıları olmayabilir ve artık kesinlikle de bir şeytan değil ama temelde o aynı kişi."

"Sen nereden biliyorsun ki?"

Yaşlı Jedi geniş cam pencerenin önündeki banka oturdu ve Min'le daha önceki karşılaşmalarını anlattı. "O iyi bir çocuktu; ikisi de öyleydi. Daha genç ve daha aptaldı; yani şimdiki halinin ergenlik çağı versiyonu, ama kim ergenlik çağında aptal değildir ki. Vrook bana, o ve Malak'ın, Konsey'in canını çıkardıklarını söylemişti." Jolee anımsayarak kendi kendine güldü. "Derhal onu sevmiştim tabi."

Yenilmiş halde, Carth bankta Jolee'nin yanına oturdu ve henüz duyduklarını sindirmeye çalıştı.

Jolee en az Carth kadar yorgun görünüyordu. Carth bir şey demeyince, Jolee devam etti . "Onun için çok endişeleniyorum."

"Karanlık tarafa düşeceğinden korkuyorsun."

"Hayır, aklını kaçıracağından korkuyorum. Geçen gün beni ofisine çağırdığında kafasına bir silah dayadı ve karanlığa düşmesi halinde onu öldüreceğime söz vermemi, aksi takdirde kendi oracıkta öldüreceğini söyledi. Bunu yapardı da."

Carth dehşete düşmüştü. "Sen de bunu yapacağına söz mü verdin?"

"Evet ve gerçekten düşerse, onu durdurmak için elimden geleni yaparım. Bu yüzden sana değil, bana sordu. Kabul edelim Carth, böyle bir şeyi sen yapamazdın."

"Nereden biliyorsun?"

Jolee konuşurken, Carth onun gözlerindeki ıstırabı gördü. "Karım Nayama Güç'e duyarlıydı. Jedi olma fikri onu çok heyecanlandırıyordu. Belki onu ilgilendiren nüfuzlu olmaktı ama o zamanlar ben bunu göremedim. Ona inandım ve gizlice eğittim. İnatçı yapısını görmezden geldim. Kusurlarını göremeyecek kadar çok seviyordum." Jolee yumuşak bir sesle devam etti. "O da beni seviyordu. Sevdiğini biliyorum."

Carth'ın Jolee'ye olan öfkesi kaybolmaya başlamıştı. Böylesine sonsuz bir pişmanlığı gördükten sonra kızgın kalmak mümkün değildi. "Sonra ne oldu?"

"Exar Kun oldu. Nayama, Exar'ın yeni bir Altın Çağ vaatlerinden çok etkilenmişti. Ona katılmak istiyordu. Bana geldi ve Jedi'ların, kendi deyimiyle eskimiş tuzaklarından kurtulup Exar'ın savaşına katılmam için yalvardı. Tekrar düşünmesi, neleri elinin tersiyle ittiğini ve neye dönüşmek üzere olduğunu iyice anlaması için ona yalvardım. Söylediklerimi duymadı bile. Sonunda hayal kırıklığına uğrayınca bana saldırdı. Işın kılıcını çekti ve beni öldürmeye çalıştı."

Jolee devam etmeden önce derin bir nefes alırken, Carth yılların bu yaşlı adamın acısını dindirmek için fazla bir işe yaramadığını görebiliyordu. Jolee, Carth'ın gözlerine baktı. "Onu yendim. Silahsız ve savunmasız olarak merhametime kalmıştı. Başını kaldırıp bana baktı ve biliyordu… bunu yapamayacağımı biliyordu. Ve onun gitmesine izin verdim. Benim utancıma, son çarpışmada kendisi de katledilinceye kadar, savaş boyunca sayısız Jedi öldürdü." Bakışları Carth'ın içine işliyordu. "Ben Nayama'yı neden öldüremediysem, sen de Min'i aynı nedenden dolayı öldüremezsin."

Haklı. Ona saldıramam.

Min'in kanlar içinde yattığını düşünmek bile içinin burkulmasına neden oluyordu. Onu öldürenin kendisi olmasını düşünemiyordu bile.

"Yavaş yavaş çözülüyor," dedi Jolee. "Dağılmadan daha ne kadar devam edebileceğini bilmiyorum."

Yılgın, öfkeli ve çaresiz, Carth gözlerini karanlık okyanusa dikti. Eski Sith Lordu için ölesiye kaygı duyuyordu.


Döndüğünde, her şey çabucak gerçekleşti. Min saldırgan Selkath'lardan uzak durmayı başarmış sağ kalanları bulmuştu. Min'e, Kolto işleme makinesinden yayılan titreşimlerin, çıkardığı seslerle üsteki tüm Selkath bilim adamlarının delirmesine sebep olan devasa bir köpek balığını uyandırdığını anlatmışlardı. Min yakıt tanklarını aşırı yüklemiş ve makinenin infilak etmesini sağlamıştı. Şok dalgası tüm üssü sarsmış ve korkunç bir dakika boyunca Carth, Min'in öldüğünü sanmıştı. Jolee Min'in iyi olduğunu hissedebildiğini söyleyinceye kadar, panik içinde kendini kaybetmişti.

Üs güvenli bir şekilde kontrol altına alınıp dev köpekbalığı da gidince, bilim adamları sistemi tekrar devreye sokmaya uğraşırken, Min de Yıldız Haritasına ulaşmıştı. Cumhuriyet kurtarma ekipleri üsse ulaştığında, dördü oradan ayrıldı. Ceset yığınlarını düşününce, Carth bu adamlara hiç de gıpta etmiyordu.

Yıldız Haritalarının sonuncusuyla birlikte, Min Yıldız Yaratıcısı'nın tam yerini artık biliyordu. Carth'ın gönderdiği son raporunu alıp Jedi Konseyi'nden sağ kalan Ustalarla konuştuktan sonra, filosunu radyo bağlantısı kurulabilecek yakınlığa taşımış olan Yüksek Amiral Dodonna, Carth ile doğrudan konuştu. Kendisi filoyu hazırlarken, Carth'dan Yıldız Yaratıcısı'nın bulunduğu bölgeyi araştırmasını istedi. Filo yerini aldığı anda, onlara yetişecek ve saldırıya başlayacaklardı. Carth bunun büyük ve umutsuz bir kumar olduğunu biliyordu ama Cumhuriyet'in başka şansı yoktu. Malak bu hızla devam ederse, çok yakında merkezi dünyalara ulaşmış olacaktı. Carth bölgeyi araştırmayı kabul etti ama Amiral'e Min'den bahsetmedi.

Suikastçılar, devasa köpekbalıkları ve kana susamış Selkath'ları geride bırakmaya can atan mürettebat, bir an önce gezegenden ayrıldı. Selkath mahkemesi, kantindeki patlamanın kazara oluşan bir gaz kaçağından kaynaklandığına karar vermişti. Gerçi kimsenin buna kandığı yoktu. Yine de bu iyi bir gelişmeydi çünkü Selkath'ların, Min ve Canderous'u sorgulamak üzere alıkoymasını engellemiş olmuştu. Güven içinde hiper uzaya girdiklerinde, Carth Min'i aramaya karar verdi.

Min taretlerin bulunduğu odada çanak şeklindeki koltuklardan birine oturmuş, yıldızların hızla geçip gidişini izliyordu. Carth diğer koltuğa geçti. Sonsuz gibi gelen bir süre boyunca sessizce oturdular, ikisi de nereden başlayacağını bilmiyordu.