Feragatname: Star Wars ve Star Wars: Knights of the Old Republic, Lucas Arts'a aittir, bana değil. Benim tek yaptığım bu nefis oyuncaklarla oynamak, o yüzden lütfen beni dava etmeyin.


Küllerden

Yazar: Prisoner 24601

Bölüm On: Zor Kararlar

Ebon Hawk: Şu An

Carth ve Min hiper uzayın ıssız karanlığına bakarak, gergin bir sessizlik içinde oturuyorlardı. Sonunda Carth, Min'in yüzünü görebilmek için çanak şeklindeki koltuğunu çevirdi. Gördüğü yüz alışılmadık bir şekilde anlamdan yoksundu, bu durum Carth'ı ürküttü çünkü Min'in duygu ve düşünceleri daima herkesin görebileceği şekilde yüzüne yansırdı. Bunun ne anlama geldiğini düşünmekten korkuyordu.

Ne diyeceğini ve nereden başlayacağını bilmiyordu ve ne zaman en çok ihtiyacı olsa, onu terk eden kelimelere lanet etti. Ama bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu çünkü Jolee söylediklerinde haklıydı; Min boğuluyordu ve derhal bir şeyler yapmazsa, onu kaybedecek ve ya deliliğe ya ıstıraba ya da karanlık tarafa terk etmiş olacaktı.

Böylece Min'in koltuğunu kendisine doğru çevirdi, sıkışık alanda dizleri neredeyse birbirine değiyordu ve koyu gözlerine baktı. Carth daha önce bulamadığı sözcükleri, bu sefer toparlayabildi.

"Seni seviyorum, Min."

Min kendisine bir tokat atılmış gibi irkildi ve yanakları gözyaşlarıyla ıslandı.


Coruscant: Sekiz Yıl Önce

Malak, Revan'ın Jedi Tapınağı'ndaki lojmanının önünde durmuş kapıyı açmasını beklerken, gergin bir şekilde ellerini ovuşturuyordu. Geç bir saatti ve Jedi Şövalyelerinin dairelerini birbirine bağlayan koridor boştu.

Sinirli bir şekilde uzun Jedi cüppesini düzeltti ve bir eliyle açık kumral saçlarını geriye attı.

Sonunda kapı açıldı ve uzun ipek geceliğinin üzerine, fildişi rengi, uyumlu bir cüppe geçirmekle meşgul olan, şaşkın görünüşlü Revan'ı gözler önüne serdi. Malak'ın deneyimsiz gözleri bile bu ipeğin en iyi kalite olduğunu görebiliyordu, üzerine narin çiçek desenleri nakşedilmişti. Pek mütevazı bir gecelik sayılmazdı, uzun ve atletik vücudunu, en önemli noktalarını ortaya çıkaracak şekilde sarıyordu. Normalde tek tek örüp, karışık bir at kuyruğu olarak bağladığı kalın siyah saçları, şimdi koyu dalgalar halinde omuzlarına dökülüyordu.

Saçlarının uzunluğu konusunda yıllarca tartışmışlardı. Güzel olmasına güzeldi, ama yakın dövüş için hiç pratik değildi ve Malak, Revan'ın inatçılığı ve kibirliliğinin bir gün ölümüne sebep olmasından korkuyordu. Ama bu gece onu azarlama arzusunu bastırdı ve güzelliğini takdir etti.

Aynen o anda olduğu gibi görünüyordu: sevgilisini bekleyen bir kadın. Ne yazık ki bu, Malak değildi. Bu konuda suçlayacak kendisinden başka kimsenin olmayışı ise, pek de rahatlatıcı bir gerçek değildi.

İçinde hızla büyüyen kıskançlığını, aklından Jedi Kanununu tekrarlayarak yatıştırmaya çalıştı. Pek işe yaradığı söylenemezdi ama en azından duygularının dışa vurmasını engellemeyi başarmıştı.

"Rahatsız mı ettim?" diye sordu, cevabı bildiği halde.

"Hayır. Nico'yu bekliyordum ama araçları rötar yapmış." Malak geçebilsin diye kenara çekildi. "Girsene."

Nico Korvas adlı Jedi Şövalyesi, Konsey'in açık ve oldukça yüksek sesle karşı çıkmalarına rağmen, Revan'ın son sevgilisiydi. O ve bir grup Jedi Şövalyesi şu anda Jedi Tapınağı'na doğru yola çıkmışlardı. Jedi Konseyi, devam etmekte olan Mandaloryalı Savaşları için Cumhuriyet'in onlardan talep ettiği yardım isteğini tartışmak üzere Şövalyelerini toplamıştı. Toplantı daha çok akademikti, Cumhuriyet'e yardım etmek isteyen ve gidişattan memnun olmayan Şövalyeleri yatıştırmak için düşünülmüş bir oturumdu. Söylentiye göre Konsey çoktan bu ricayı reddetmeye karar vermişti. Ertesi günün çok ilginç geçeceği belliydi.

Malak, Revan'ın yanından geçerek en az kendi lojmanı kadar aşina olduğu ferah daireye girdi. Mobilyalar, Revan'ın zevkliliğini zapt etmeye çalışmasına rağmen pahalı ve klasikti ve Malak bu parçalardan birinin maliyetinin bile kendi yurdu olan Deralia'daki bir köyü bir ay boyunca besleyebileceğini biliyordu.

Malak, Coruscant'ın muhteşem ufuk çizgisine ve aşağıdaki Jedi Tapınağı'na bakan, güzelce cilalanmış ahşap sandalyeye oturdu. Diğer mobilyaların üzerine oturmak için fazla narin ve fazla pahalı olduğu konusunda şikayet ettiğinde, Revan bu sandalyeyi özel olarak Malak için almıştı. Malak sırf buraya geldiğinde kendini rahat hissetsin diye Revan'ın böyle bir şey yapmış olmasından mutluluk duyduğu halde, bir yandan da Revan'ı tanıdığından, bu sandalyeye küçük bir servet harcamış olduğunu tahmin ediyor ve suçluluk duyuyordu. Bununla birlikte sandalye cüssesine tam gelmişti, o yüzden bu konuyu fazla düşünmeyip, bu güzel jestin tadını çıkarmaya çalıştı.

Revan küçük mutfağa doğru gözden kayboldu ve seslendi. "Bir şey içmek ister misin? Şarap, kaffa, çay?"

"Çay mı? Ne zamandan beri çay içiyorsun sen?" diyerek kaşlarını çattı Malak. İkisi de çaydan nefret ediyordu ve bir keresinde Revan, çayın sadece kaffanın sulu bir versiyonu olduğunu ve büyük ihtimalle Jedi Konseyi üyelerinin çoğunun çayı tercih etme sebebinin bu olduğunu söylemişti.

"Ben içmiyorum ama Nico seviyor, o yüzden evde bulunduruyorum."

Öfke ve kıskançlık yeniden baş göstermeye başlamıştı; Malak duygularını kontrol etmeye ve bir başka erkeğin istilası yüzünden etkilenmemeye çalıştı ama bu çok zordu. Sadece Nico için özel bir şey yapmış olması, en az yaşça büyük Jedi Şövalyesiyle yatıyor olması kadar canını sıkıyordu. Nico için böyle bir şey yapması, bu adamla Malak'ın düşündüğünden çok daha ciddi olması anlamına geliyordu. İşte o zaman Malak dairedeki küçük, belli belirsiz değişiklikleri fark etmeye başladı. Dairenin her yerine saçılmış ne kadar çok eşyanın Nico'ya ait olduğunu görünce midesi kasıldı.

İçindeki karmaşanın dışa yansıyan tek belirtisi, sandalyenin kollarını sımsıkı kavramış parmaklarıydı. Sakince yanıtlarken, parmak eklemleri bembeyazdı. "Şarap."

Malak duygularını maskelemek konusunda gerçekten kabiliyetsiz olan Revan'ın aksine, Jedi soğukkanlılığında, en azından dıştan görünüşte usta olduğu için minnettardı. Genelde Revan'ın düşünceleri sanki herkes okuyabilsin diye olduğu gibi yüzüne yansırdı. Bu da Malak'ın onunla ilgili en çok sevdiği şeylerden biriydi.

Revan elinde iki bardak ve bir şişe kaliteli Tallia şarabıyla birlikte belirdi. Malak'ın bardağını doldurdu ve tam karşısındaki eş sandalyeye oturup, şişeyi, koyu kırmızı yıldızçiçeklerinin durduğu vazonun yanına, aralarındaki sehpanın üzerine koydu.

Bir süre sadece samimi bir rahatlıkla oturdular ve şaraplarını içerek dostluklarının tadını çıkarırken, son tapınak dedikodularını paylaşıp, manzaranın keyfine vardılar.

Sonunda sohbet, ertesi gün yaşanacaklara geldi. Malak kendine bir bardak şarap daha koydu ve konuşurken, şişe ince bardağa hafifçe çarpıp çınlıyordu. "Konsey'in Cumhuriyet'in ricasını reddedeceğine inanamıyorum."

"Biliyorum." Revan bezginlikle başını iki yana salladı. Revan ve Malak beraberlerinde eski Ustaları Vrook ile birlikte bir araştırma grubunun parçası olarak, Mandaloryalı'ların durumunu gözlemleyip bulduklarını Konsey'e rapor etmek üzere gönderilmişlerdi. Grup, büyük bir cephane fabrikasına sahip olan ve dış halkanın sınırında bulunan Moft gezegeninden daha yeni dönmüştü. Fabrikayı korumakla görevli garnizon, bir grup Mandaloryalı savaş basiliski tarafından saldırıya uğradığında müdahale etmek zorunda kalmışlardı. Gelen takviyenin tamamen yok edilmemiş olmasının tek sebebi Revan ve Malak'ın oradaki varlığıydı. Revan'ın hızlı zekası ve ikisinin uyumlu savaş teknikleri sayesinde Mandaloryalı'ları geri püskürtebilmişlerdi ve bu da Cumhuriyet'in az sayıdaki zaferleri arasına girmişti. Cumhuriyet yüksek düzey askerleri etkilenmişti ve ikisinden kalıp kendilerine yardımcı olmalarını istemişlerdi ama Vrook dönüp, bunu Konsey'e rapor etmekte ve onların kararını beklemekte diretmişti. Revan ve Vrook çirkin bir tartışma yaşamışlar ve sonunda Revan, sadece Konsey'i müdahale etmeye ikna etme şansı istediği için razı olmuştu.

Raporlarını oldukça kayıtsız görünen Konsey'e çoktan sunmuşlardı. Malak, Mandaloryalı'lar her geçen gün Cumhuriyet'i daha da geriye püskürtürken, Konsey'in buna nasıl izleyici kaldığını anlayamıyordu. Özellikle de Mandalorlaryalı'lar gezegen ardına gezegen bombaladıkça, Güç üzerinden yayılan şok dalgaları bu kadar sıkça hissedilir hale gelmişken.

"Sanki Konsey kafalarını kuma yeterince uzun süre gömerlerse, Mandaloryalı'ların öylece dönüp gideceklerine inanıyorlarmış gibi davranıyor. Bizim yardımımıza ihtiyaçları var, Mal. Cumhuriyet'in başı büyük dertte."

Revan ayağa kalktı ve masasına doğru yürüyüp, ordu tarafından şifrelenmiş resmi bir datapad'i eline aldı. "Bunu sana yarın göstermeyi düşünüyordum ama burada olduğuna göre…" Datapad'i iri, nasırlı elleriyle hünerlice yakalayan Malak'a attı.

Malak elindekini şaşkın bir sessizlikle bir süre okudu. Revan ve Malak'ın araştırmaları sırasında tanıştıkları Amiral Dodonna'dan gelmişti. Mandaloryalı'lar Corellia ticaret yolunu abluka altına almış, böylece Cumhuriyet güçlerini ikiye ayırmış, erzak temin ettikleri en önemli yolu tıkamış ve Cumhuriyet güçlerini sakat bırakmıştı. Amiral Dodonna, Revan'dan Konsey'i bu yeni bilgiyle ikna etmeye çalışmasını diliyor, ama başarısız olursa da doğrudan ondan yardım istiyordu.

Malak okumayı bitirdiğinde başını kaldırıp ona baktı. Revan sandalyenin bir koluna tünemiş, gözlerini gecenin karanlığına dikmişti.

"Bunu Konsey'e çoktan gösterdin, öyle değil mi?"

Revan'ın düş kırıklığı tüm yüzüne yansıdı. "Evet. Düşüneceklerini söylediler."

Malak datapad'i sehpaya bıraktı. "Sence bir değişiklik olmayacak mı?"

"Hayır. Sanmıyorum." Duraksadı ve Malak'ın yüzünü dikkatle incelemeye başladı. "Eğer Konsey reddederse, ben yine de gideceğim."

Malak uzun uzun ona baktı. Bu çok büyük bir karardı. Revan her zaman kendi yolunda yürümüştü ve Konsey'in isteklerine karşı gelmesi hiç de yeni bir şey değildi ama hiç bu çapta bir şey yapmamıştı. Bu neredeyse düşünülemeyecek bir şeydi, tabi karşısında durmuş, bunu yapacağını kesin olarak söylüyor olması hesaba katılmazsa. Bunun Revan için nelere mal olacağını biliyordu; her ne kadar Konsey'le ilgili homurdanıp dursa ve arada sırada Ustaların isteklerine kafa tutsa da, Jedi Düzeni Revan'ın sahip olduğu tek yuvaydı ve bu insanlar onun ailesiydi. Malak da böyle hissediyordu.

Revan odada volta atmaya başladı, bu kadar altüst durumdayken oturmasına imkan yoktu, ipek geceliği bacaklarının çevresinde salınıyordu. "Bunu durdurabilecek gücümüz varken nasıl oluyor da Konsey oturup seyirci kalabiliyor? İhtiyaç duyulduğunda kullanılmayacaksa, bu kadar güce ne gerek var ki? Eğer kollarımızı kavuşturup bir kenara çekilirsek Mandaloryalı'lar kadar suçluyuz demektir."

Malak ayağa kalktı ve elini tuttu, gerginliğini biraz olsun yumuşatmaya çalışıyordu. "Haklısın. Oturup izleyici kalamayız. Eğer gidersen, ben de seninle geleceğim."

"Emin misin?" Kaygılı gözleri Malak'ınkilerle buluştu.

Malak'ın ikinci kez düşünmeye bile ihtiyacı yoktu. Revan gidiyordu ve bu da onun için yeterliydi. "Evet."

Revan gülümsedi, yüzünde minnettarlık ve rahatlama vardı. "Güzel. Bunu sensiz yapabileceğimi sanmıyorum."

Öyle karanlık ki neredeyse siyah gözlerin derinliklerinde kaybolmuş durumda, Malak nefes almakta zorlandı. Malak elini bırakması gerektiğini biliyordu ama ağza alınmamış hislerle bocalayıp durmaktan artık bıkmıştı. Sonsuz şefkat gösteren bir hareketle, Revan'ın elini dudaklarına götürdü ve avucunu öptü. Sonra da kalbinin üzerine koyarak elleriyle sardı. Gözleri fal taşı gibi açılan Revan güçlükle soluk almaya başlamıştı ama Malak elini çekmediğini de fark etmişti. Artık geriye dönüş olmadığını biliyordu.

"Revan-"

"Sakın." Sesi duygularının ağırlığıyla boğuklaşmıştı. "Sakın ikimizin de pişman olacağı bir şey söyleme."

"Nasıl hissettiğimi bilmelisin."

"Çok geç."

Sözleri Malak'a bir bıçak gibi saplanmıştı ama yenilgiyi kabullenmeye niyeti yoktu. "Hayır. Beni sevdiğini biliyorum."

Elini çekip gerilediğinde, Revan'ın koyu yüzüne kan hücum ettiğini görebiliyordu. "Bu beş yıl önceydi. Sadece bir çocuktum."

"Ben de öyle." Ve o zaman söylediği sözcükleri geri alabilmeyi dilemediği tek bir gün bile geçmemişti.

Beş yıl önce Revan ve Malak, Jedi Ustaları Vrook ile birlikte dış halkada bulunan Kashyyyk adlı gezegene gitmişlerdi çünkü Vrook eski bir arkadaşının orada gölge topraklara yerleştiğini öğrenmişti. Oradayken, Revan korkusuzca onu sevdiğini itiraf ederek Malak'ı şok etmiş ve o da on dokuz yaşındaki bir erkek çocuğunun engin bilgeliğiyle bu durumla pek de iyi baş edememişti. Revan'ı beceriksizce reddederken, neredeyse dostluklarını da sona erdirmişti. Coruscant'a geri döndüklerinde, Revan Alderaan'daki üniversiteye yazılıp ayrılmıştı. Üç koca yıl boyunca dönmemişti.

Yavaş yavaş, arkadaşlıklarına yazışarak devam etmişlerdi ama bu Malak'ı, Revan'ın Coruscant'a döndüğü güne hazırlayamamıştı. Tahta köprüde yürüyen, yirmi yaşında, güzel, çekici ve kendine sonsuz güvenli bir kadındı; üç yıl önce kaçıp giden sıska ve sakar genç kızdan eser bile kalmamıştı. O andan itibaren, Malak'ın tüm dünyasını altüst etmişti. Asıl nokta ise, bu yeni görüntünün altında o hala Revan'dı. Malak en iyi arkadaşına gerçekten aşık olduğunu fark ettiğinde kendini bir pislik gibi hissetmiş ve bunu daha önce anlayamadığı için kendinden utanmıştı.

Revan ise sanki Kashyyyk'te olanlar hiç yaşanmamış gibi arkadaşlıklarına devam ederken, hem Jedi Konseyi'ni hem Malak'ı, farklı sebeplerden de olsa dehşete düşürerek ardı ardına sevgili edinmekteydi. Romantik ilişkiler kesin olarak yasaklanmamış olsa da, yine de Jedi Konseyi tarafından oldukça sert karşılanıyordu. Ama yazılı bir kural yoktu, oluncaya kadar da Revan Konsey'in uyarılarına sadece öneri gözüyle bakıp, istediği gibi davranmaya devam edecek gibi görünüyordu.

Revan sevgili edinen ne ilk ne de son Jedi Şövalyesiydi, onları asıl rahatsız eden bunu yapma biçimiydi. Bunu göz önünde yapıyor, ilişkilerini saklamayı reddediyor ve Konsey'in bir avuç iki yüzlüden oluştuğuna inanıyordu. Daha da kötüsü, Konsey kendisini açıkça suçladığında, eleştirilerini sesli olarak dile getirmiş ve pek çok genç Şövalye de ona destek vermişti.

Son iki yıldır Malak, narin ve yenilenmekte olan arkadaşlıklarını bozmaktan ve Jedi Konseyi'ne karşı çıkmaktan korkarak çenesini tutmuştu. Ama her geçen gün bu daha da zorlaşıyordu ve Malak artık dayanamıyordu.

Malak konuştu, artık kesinlikle olmadığı o utanmış ve kafası karışmış ergenlik çağındaki çocuğun hareketlerini açıklamaya çalışıyordu. "Sana kötü davrandım ve bunun için çok üzgünüm. Keşke o kadar korkmuş ve aptal olmasaydım." Malak bunun 'ya şimdi ya hiç' vakası olduğunu biliyordu. Tüm iradesini topladı. "Seni seviyorum, Revan."

Revan sanki tokat atılmış gibi irkildi ve gözleri tutmaya çalıştığı gözyaşlarıyla parladı. Konuştuğunda sesi titriyordu. "Hayır."

"Evet." Malak konuşurken Revan'ı ikna etmek istercesine ona doğru yürüdü ama Revan geri çekildi. "Çocukluğumuzdan beri seni seviyorum. Sadece sen üniversiteden dönene kadar bunu anlayamamıştım. Seni öyle özlemiştim ki-"

Revan'ın gözleri öfkeyle doldu; durdu ve Malak'la yüzleşti. "Bunu bana şimdi mi söylüyorsun? Sonunda birisiyle mutlu olduğumda? Tam iki yılın vardı! Seni unutmam ne kadar zamanımı aldı haberin var mı?"

Malak'ın sesi güçlü ve dengeliydi. "Korkmuştum. Bu bize öğretilen her şeye ters bir durumdu. Duygularımı kontrol etmeye, seni sevmemeye çalıştım ama yapamıyorum." Revan'ın yüzünü ellerinin arasına aldı. "Biz birbirimize aidiz. Bunu biliyorsun," dedi sonsuz bir kesinlikle. Sonra zihinsel savunmalarını kaldırdı ve duygularını Revan'ın görebilmesi için çıplak bıraktı.

Revan'ın gözyaşları yanaklarından Malak'ın parmaklarına süzülmeye başladığında, içinde köpürmekte olan duyguları görebiliyordu ama tüm o öfke, karmaşa ve korkunun altında, kendisine karşı olan sevgiyi de hissedebiliyordu.

Malak eğildi ve hafifçe yüzündeki yaşları öptü ve kaçınılmaz olarak bir araya geldiler, önce çekinerek, ama zihinleri ve bedenleri birbirine dokundukça, gitgide artan bir yoğunlukla. Onun içine işleyen varlığıyla tamamen kendini kaybetmiş halde, Malak kokusunu içine çekti ve bedeniyle temasın tadını çıkardı. Ama Revan aniden sıçradı ve bir tokat attı; eli Malak'ın çenesine şiddetle inmişti.

Malak iri eliyle çenesini ovuşturdu ama yerini korudu. Kendini çok belirgin bir şekilde, yıllardır olmadığı kadar sakin ve dengeli hissediyordu; sonunda harekete geçmeye karar vermiş olması içindeki karmaşadan kurtulmasını sağlamıştı. Diğer tarafta Revan ise öfkesini kusmakla meşguldü.

Revan titreyen parmaklarla dudaklarına dokundu. "Seni orospu çocuğu! Defol!"

Malak kollarını önünde kavuşturdu ve sakince yanıtladı. "Hayır."

Revan'ın gözleri kısılırken, sesi kısık ve tehlikeliydi. "Ben seni dışarı atmadan defol."

Malak bunu yapmaya çalışacak kadar kızgın olduğunu biliyordu. Bu gece onu daha da zorlamanın, durumu kendi aleyhine çevirmekten başka bir işe yaramayacağını fark edince çıkmak üzere arkasını döndü; ama son bir kez Revan'ın gözlerinin içine bakmadan önce değil. "İstediğin kadar reddedebilirsin ama doğru olduğunu biliyorsun. Bu iş daha bitmedi."

Her ne kadar Revan'ı pencerenin yanında durmuş, Malak'a burnundan soluyarak bakar halde bırakmış olsa da, yüreği şimdi garip bir şekilde hafiflemişti. Kapı arkasından kapandığında Malak gülümsedi çünkü şimdi kesin olarak biliyordu ki, Revan'ın gerçeklerle yüzleşmesi ve Malak'ın onun yanındaki yerini alması artık an meselesiydi.


Ebon Hawk: Şu An

Carth gözyaşlarının yanaklarını ıslatmasını izledi ve bu yüreğini parçalıyordu. Şok olmuştu. Beklediği tepki bu değildi ve incinmişti. Ona gitmek istiyordu ama taret odasının darlığından bu mümkün değildi. Bunun yerine ellerine uzandı ama Min'in sözleri buz kesmesine sebep oldu.

"Bunu bana söyleyen son adama ne yaptığımı biliyor musun?" Sesi hissiz ve boğuktu, gözlerindeki kayıtsızlık hararetle parlıyordu. Carth ürperdi; bilmek istediğinden emin değildi.

"Çenesini parçaladım."

Min kalkıp merdivenlerden inerek oradan uzaklaştığında, Carth nutku tutulmuş bir halde arkasına yaslandı.

Kendini esaslı bir yumruk yemiş gibi hissederken, birkaç saniye tamamen donmuş vaziyette orada oturdu. Bunu ne kadar düşünürse o kadar az şaşırıyordu. Filoda her zaman Revan ve Malak'ın sevgili olduklarına dair dedikodu olurdu. O zamanlar Carth bu söylentilerle hiç ilgilenmemişti. Revan ve Malak'ın liderliğinde kazanıyorlardı ve Carth'ın tek umurunda olan buydu.

Carth derin bir nefes aldı ve kararını verdi. Min'i yakaladığında neredeyse sancak tarafındaki yatakhaneye varmak üzereydi.

Omzundan tutarak Min'i kendine çevirdi. "Umurumda değil."

Min sessizce arkasını dönerek yatakhaneye girdi, gözlerinde tekin olmayan bir manasızlık vardı. Carth tepesi atmaya başlarken onu takip etti.

Mission ve Juhani onlar içeri girdiklerinde oynadıkları pazaak'tan kafalarını kaldırdılar; Carth kapıda durdu. Min'in buraya özellikle, başkalarının yanında onu rahat bırakır umuduyla geldiğini anladı ama bu sefer geri adım atmaya hiç niyeti yoktu.

Siniri arttıkça sesi yükseliyordu. "Beni dinle, kadın! Bu hiçbir şeyi değiştirmez!"

Min yatağına doğru ilerledi ve dizleri tutmamaya başladığında, son anda kendini yatağa bıraktı. Omuzları titrerken, ellerinin tersiyle yüzündeki gözyaşlarını silmeye başladı; Carth o anda kendini kontrol altına almaya çalıştığını görebiliyordu.

Zar zor gözlerine bakmayı başararak, Min yalvarırcasına konuştu. "Sakın." Sesi devam etmesine izin vermediğinde yüzü acıyla buruştu. "Sakın bana karşı iyi davranmaya kalkışma, Onasi!"

Carth onun anlamasını sağlamak istiyordu. "Benim için bir önemi yok. Seni hala seviyorum."

Min sıkıca gözlerini kapattı ve yutkundu. "Şefkatine tahammül edemiyorum! Bu çok fazla! Lütfen beni yalnız bırak."

Carth azimle dimdik durdu, çenesini sert bir şekilde kaldırmıştı. "Hayır. Bu sefer kaçmana izin vermiyorum."

Juhani ve Mission endişeli ve kararsız bir halde onları izlerken, Carth Min'le yalnız konuşabilmek için gitmelerini umuyordu. Ama gözlerinin önünde gerçekleşmekte olan bu olay karşısında afallamış ve ne yapacaklarına bilemez bir halde orada oturmaya

devam ediyorlardı.

Min'in onların arkasına saklanmasını engellemeye kararlı bir halde, Carth elinden geldiğince medeniliğini korumaya çalıştı. "Bizi yalnız bırakır mısınız?" Ama ikisi de hala tereddüt edince eklemek zorunda kaldı. "Lütfen?"

Juhani sonunda başını salladı ve gitmeye pek gönülsüzmüş gibi görünen Mission'u da sürükleyerek odadan çıktı.

Kapı, Jedi ve pilotu baş başa bırakarak arkalarından kapandı. Carth ürkütmekten korkuyormuş gibi usulca ona yaklaştı. "Bırak sana yardım edeyim."

"Bunu neden yapıyorsun?" Min'in sesi neredeyse suçlayıcı çıkmıştı. "Neden benden nefret etmiyorsun?"

"Senden nefret edemem, Min."

"Ben olmasaydım, şimdi karın ve oğlunla Telos'ta olacaktın."

"Eğer sen olmasaydın, onları Mandaloryalı'lar öldürmüş olacaklardı, hepimizi," dedi Carth. "O saldırının emrini sen vermedin, Malak verdi."

Min korkunç gerçekle Carth'ı olduğu yere mıhladı. "Savaş makinesini ben yarattım ve Cumhuriyet'in üzerine saldım. Eğer Telos'u vurmak iyi bir stratejik hamle olsaydı, ikinci kez düşünmeye bile ihtiyaç duymadan o emri ben verirdim. Malak benim komutamdaydı ve sorumlu benim çünkü onu ben yarattım. Hatırlamıyor olabilirim ama bu beni masum yapmaz." Sözleri Carth'a büyük bir darbe gibi inmişti ama bu ona karşı hislerini değiştirmiyordu. Min gözlerinde Carth'ın anlayamadığı yalvaran bir ifadeyle baktı. "Öldüklerini hissettim. Taris'teki tüm o insanların. Bunu insanlara ben de yaptım. Benden nefret etmelisin!"

Carth bir elini saçlarında gezdirdi ve açıklamaya çalıştı. "Yaptığın her şey için seni sorumlu tutmaya çalıştım; Morgana için, Dustil için, Telos için, ama yapamıyorum. Saul öldüğünde istediğim intikamı almıştım ama bu bana beklediğim huzuru getirmedi. Şimdi tek düşünebildiğim, seni korumak üzere verdiğim söz. Aptalca bir intikamın ötesini de düşünebilmem için bana bir sebep veren sensin." Ümitsizce aralarındaki mesafeyi kapatmak isterken, dikkatlice bir adım yaklaştı. "Min-"

Boğulurmuşçasına konuşurken sesi çatladı. "Bana o isimle hitap etme! O isim bir yalandan ibaret!"

"Yalan değil. İçinde bir karanlığın olduğunu biliyorum, Min. Revan'ı gördüm, unuttun mu? Ama bir seçme şansın var, o olmak zorunda değilsin. Çok daha fazlası olabilirsin."

Onu olduğu yerde tutmak istermiş gibi Min ellerini kaldırdı. "Hayır! Ben O'yum Carth ve hatırladıklarım…" Boğazında düğümlenen sözcükleri söyleyemedi.

"Jedi'lar sana her ne yaptıysa, şimdi tekrar yolunu seçmen için bir şans vermiş oldular. Sen iyi bir insansın Min ve ben de sana doğruyu seçebilmen için bir sebep vermek istiyorum. Sen bana bir gelecek verdin. Ben de sana bir gelecek sunmak istiyorum… benimle." Carth yavaşça yatakta yanına oturdu ve ellerini tuttu. "Bunu tek başına yapmak zorunda değilsin."

"Hayır. Zorundayım." Min öyle sert bir şekilde itti ki Carth neredeyse yataktan düşecekti. "Seni incitebilirim. Bir kere zaten neredeyse öldürüyordum. Seni seviyor olduğum gerçeği bunu değiştirmez. Onu da sevmiştim - ve karanlığa sürükledim. Beni korumaya çalışırken incinmeni istemiyorum."

Ama Carth 'hayır'ı cevap olarak kabul etmeye hiç niyetli değildi. "Sen kendi kendini yok ederken buna izleyici kalmayacağım. Bırak sana yardım edeyim. Eğer denememe izin vermezsen çok daha fazla incinirim." Min'i kollarına aldı ve sözcükleri saçlarına doğru fısıldadı. "Lütfen, izin ver deneyeyim."

Bu Min için çok fazlaydı. Kelime, dudaklarını kesermişçesine çıktı. "Hayır."

O zaman tamamen kendini kaybetti ve Carth ikinci kez o ağlarken sıkıca sarıldı. Hıçkırıkları sessiz odada yankılanıyordu. Pişmanlık ve keder dalgalar halinde yayılıyordu ve bir anda çılgına döndü, kendini kollarından kurtarmak için mücadele ederken anlaşılmazca bağırıyordu ama Carth onu bırakmayı reddetti. Sonunda çırpınmaktan vazgeçti, bağrışlar iç çekişlere dönüştü ve hareketsiz bir şekilde kollarında yığıldı.

Carth onun saçlarını eliyle geriye taradı ve sarılmaya devam etti, onu yeniden tek parça haline getirecek bir yol bulmaya kararlıydı.


Min, Jolee ve Carth kokpitte durmuş, Ebon Hawk'un hiper uzaydan çıkmasını bekliyordu. Gizemli Yıldız Yaratıcısı koordinatlarına doğru yaptıkları doksan dört saatlik yolculukları neredeyse bitmek üzereydi.

Pilot koltuğunda oturan Carth'ın arkasında duran Min, gözlerini kapattı ve burnunun direğini ovuşturdu. Artık tükendiğini hissediyordu ve buna en büyük sebep de hemen önünde oturmakta olan adamdı.

Son dört günde bir arada olmamalarını gerektiren sayısız nedenin farkında olarak, Min bildiği her şekilde Carth'ı itmişti ama Carth onu bırakmayı kesin bir şekilde reddetmişti. Min kendisini rahat bırakması için bağırmış, çağırmış ama Carth inatçı bir şekilde kalmıştı. Kapıyı kilitlediğinde, T3'e kapıyı açtırmıştı. Daha da kötüsü, Carth neredeyse tüm mürettebatı kendi tarafına çekmiş gibi görünüyordu ve Min yol boyunca kendine saklanacak bir yer bulamamıştı. Son çare olarak onu kendinden uzak tutmak için Güç'e başvurabilirdi ama bu Min'in aşmak istemediği bir çizgiydi.

Carth'ın anlamadığı, sevgisinin Min'i yaralıyor oluşuydu. Min bile kendisine dayanamazken, Carth'ın nasıl kendisiyle aynı odada bulunmaya dayanabildiğini anlamıyordu. Carth'ı şiddetle seviyor olsa da, geçmişte işlediği tüm günahların ve kötülük yaptığı herkesin canlı bir kanıtı gibiydi. Onun yakınında olmak canını yakıyordu ve hak etmediği halde Carth'ın kendisini bu kadar seviyor olduğunu bilmek, dayanılmaz acı bir veriyordu. Ama Carth'ın bu inanılmaz inatçılığı ve azmi karşısında, Min sonunda pes etmişti. Onunla savaşacak ne gücü ne de iradesi kalmıştı ve her ne kadar üzücü olsa da, bir şeylerle savaşmaya ümitsizce ihtiyacı vardı. Min bu zayıflığından ve bir işi doğru yapabilme kabiliyetsizliğinden nefret ediyordu.

Geminin hızı kesildi ve hiper uzaydan çıktı, ve üçünü, küçük bir ay büyüklüğündeki ve elmas şeklindeki Yıldız Yaratıcısı olması gereken uzay istasyonun inanılmaz manzarası karşıladı. Sith destroyerleri ve diğer gemileri, kovandaki arılar gibi çevresinde dönüyordu. Bu sistemdeki tek yıldızın üzerinde asılı duruyordu ve inanılmaz bir şekilde, yıldızdan istasyona doğru emilen sarı bir enerji çizgisini görebiliyorlardı.

Üçü de bu istasyonun katıksız büyüleyiciliğinin karşısında konuşamayacak kadar etkilenmişlerdi. İlk toparlanan Carth oldu ve kom linki eline aldı. "Mission, alıcılar bunu gördü mü?"

Mission'un sesi nefes nefeseydi ve Min onun bilgisayar odasındaki ekranlardan bu görüntüyü izlemekte olduğunu anladı. "Evet. T3 gayet iyi çalıştıklarını söylüyor."

"Hissedebiliyor musun Jolee?"

Jolee başını salladı. "Neyi hissedebiliyor mu?" diye sordu Carth.

Min ürperdi. "Karanlık taraf gücünün bu uzay istasyonundan sızdığını hissedebiliyorum. Sanki neredeyse… neredeyse canlıymış gibi."

Carth küçük gemilerini algılayıcı sahasının tam kenarında tutmak konusunda dikkatliydi. Bir dakika içinde sahanın dışına çıkmak zorunda kalacaktı ya da Sith filosu tarafından fark edilmeyi göze almış olacaktı. Gergin bir dakika geçti ve tarama tamamlandı.

Min Yıldız Yaratıcısı'na ve sistemin yörüngesindeki yalnız gezegene garip deja vu hissiyle baktı. Zihninin bir köşesinde önemli olduğunu bildiği bir şey vardı ama ona erişemiyordu.

Carth veriyi Cumhuriyet Filosuna göndermeye başladı. Aktarımı henüz bitirmiş ve gemiyi tam küçük gezegene doğru yönlendirmeye başlamıştı ki, Ebon Hawk sarsıldı. Geminin kontrol panelindeki ışıklar, alarm devreye girdiği anda yanıp sönmeye başladı.

Min yüzüstü düşmemek için Carth'ın koltuğunun arkasına sıkıca tutundu. Carth'ın yüzüne kararlı, odaklanmış ve inanılmaz sakin bir ifade hakim olurken, elleri panelde hızla çalışmaya başlamıştı. Min oldukça zayıf empati yeteneklerine rağmen, Carth'dan gelen gergin dalgaları hissedebiliyordu ve o daha bir şey söylemeden, durumun gerçekten kötü olduğunu biliyordu.

Carth bunu onayladı. "Bölücü alan. Kahretsin! Tüm aygıtlar kilitlendi ve sistemler aşırı yüklenmeye başladı!" dedi Ebon Hawk şiddetle sallanmaya başlayıp, Min'in ayakta durmasını iyice güçleştirirken. "Dengeleyiciler kapandı. Düşeceğiz."

"Nereden geldiğini anlayabilir miyiz?" diye sordu sıktığı dişlerinin arasından Min.

Jolee ekranlardan birindeki çıktıya baktı. "T3 koordinatları almış."

Min Carth'a baktı. "Oraya inebilir misin?"

"Evet. Ama oturup kemerlerini bağlamalısın. Sıkı tutunun… bu zorlu bir iniş olacak."

Min duvarlardan destek alarak bilgisayar odasına doğru sendeleyerek yürüdü. Mission'un yanına yerleşip kemerlerini taktı. Mission korkmuş görünüyordu ama sahte bir kabadayılıkla bunun üzerini örtmeye çalıştı. "Carth orada ne yapıyor? Gemiyi gözleri kapalı filan mı uçurmaya çalışıyor?"

Min ona güven vermek için gülümsemeye çalıştı ve zayıf bir espri girişiminde bulundu. "Biraz mücadeleye ihtiyacı olduğunu söyledi. Hep aynı şeyleri yapmak canını sıkmaya başlamış."

Mission zayıf bir şekilde gülümsedi ama verdiği cevap, Ebon Hawk'un atmosfere girmesiyle birlikte yeniden şiddetle yana yatması sayesinde kaybolup gitmiş oldu.

Min sezilerini gemiye yaydı ve bir parça korkuyla karışmış gaddar bir kararlılık içindeki Carth'dan gelen yüksek gerilimi hissetti. Gemi öylesine sallanıyordu ki dişleri takırdıyordu ve inanılmaz bir eğim kazanıp düştüğünde, Min mide bulantısıyla baş etmeye çalıştı. Dünyanın devasa bir bulanık karaltıya döndüğü sarsıcı bir dakikadan sonra gemi gezegenin yüzeyine çarptı ve ikisini koltuklarında kumaş bebekler gibi silkeleyerek soluklarını kesti. Çarpmanın şiddetiyle Min'in kemeri tenini yakarken, gemi yüzeyde sürüklenerek bir dizi küçük sıçrayış gerçekleştirdi ve sonunda sessizce durdu. Min, pilottan gelen rahatlama dalgalarını hissedebiliyordu.

Kemerlerini çözüp diğerlerini bulmak ve hasarın kapsamını belirlemek üzere oradan ayrıldı. Daha yeni düşmüş olsalar da, geçirdiği dört cehennem gibi günden sonra sonunda somut bir şeyler yapabilecek olmanın verdiği garip bir rahatlık hissediyordu.


Tropik güneşin altında, dik bir patikada Revan ve küçük astromekanik droidi takip ederken kum, Canderous'un botlarının altında parçalanıyordu. Tepeye vardıklarında durdular ve bir süre yukarıdaki eski tapınağın yarattığı manzarayı izlediler.

T3 heyecanla bipleyip cıyaklamaya başladı.

"İşte burası," dedi Revan, droidin mırıldanmalarını kendisi için Mandalorya diline çevirirken. "Bölücü alan buradan yayılıyor."

İçinde bulundukları durumun pek mükemmel olduğu söylenemezdi. Dengeleyiciler tamamen devre dışı kalmıştı ve Ebon Hawk'un iletişim sistemi dahil tüm kritik sistemleri aşırı yüklenmişti. Bölücü alan yüzünden düşmüş diğer gemilerden gerekli parçaları toplayabilseler bile, duruma hazırlıksız olan Cumhuriyet Filosu buraya varmadan bölücü alanı kapatmak için bir yol bulmaları gerekecekti. Aksi takdirde tropikal gezegen, çoktan karşılaştıkları şu saldırgan, ilkel ırktan ve vahşi rancor'lardan çok daha fazlasına ev sahipliği yapmak zorunda kalacaktı.

Carth, Mission ve Zaalbar yakındaki diğer gemileri muhtemel parçalar için aramaya koyulmuşken, Jolee, Juhani, Revan, Canderous ve T3 de adayı keşfe çıkmışlardı. Aşırı koruyucu pilot Revan'ı gözünün önünden ayırmak istememiş, ama zaman kısıtlılığı yüzünden fazla bir seçeneklerinin olmadığı Revan tarafından kendisine hatırlatıldığında boyun eğmişti. Carth görevleri bu şekilde pay etmenin gerçekten de en etkili yol olduğunu inkar etmedi ama ayrılırlarken yine de kaşları çatıktı.

Kısa bir zaman sonra iki kişilik gruplara ayrılmış, Jolee ve Juhani adanın batısını alırken, Revan ve Canderous da doğuyu incelemeye başlamışlardı. Revan bu şekilde daha hızlı çalışacaklarını söylemişti ama Canderous bunu önermesindeki gerçek amacının bu olmadığından adı gibi emindi ve Carth'ın bunu öğrendiğinde öfkeden moraracağını gayet iyi biliyordu. Canderous'un umurunda değildi. Tek bildiği, Revan'ın kendi başının çaresine gayet iyi bakabileceğiydi. Revan'ın pilota neden tahammül ettiğini anlamasa da, kendisini etkilemedikten sonra ikisinin arasında yaşananlar onu hiç ilgilendirmiyordu.

HK gemiyi korumakla görevlendirilmişti. Başta bu göreve sinirlenmiş olsa da, bir süre sonra yerli et torbalarının saldırı sıklığını fark ettiğinde sakinleşmişti.

Canderous içinde bulundukları durumu kafasında tarttı. Bir çift vahşi rancor tapınakla kendileri arasındaki çimenlere yatmış güneşleniyorlardı. Daha önce gördüğü bazı rancor'lar kadar büyük değillerdi ama iki veya üçlü gruplar halinde saldırıyor olmaları, irilikten yana eksiklerini büyük ölçüde kapatıyordu.

Aşağıya doğru, çirkin ve pençeli yaratıkları incelemekte olan Revan'a baktı. "Evet?"

"Büyük ihtimalle diğerlerini bulup, bir plan filan yapmalıyız. Böylesi daha güvenli olur."

Canderous bunun nereye varacağını merak ederek, tarafsız bir homurdanmayla karşılık verdi.

Başını kaldırarak Canderous'a baktı, gözlerindeki ifade neredeyse yabaniydi. Canderous bu bakışı tanıdı; Manaan'da pervasızca bir şeyler yaparken de gözlerinde bu ifade vardı. "Ama bugün kendimi güvenli hissetmiyorum."

Hiçbir uyarıda bulunmadan, içinde tüm araç gerecini taşıdığı deri çanta hafif bir sesle kuma düştü. Revan ışın kılıçlarını kabzalarından çıkardı ve rancor'lara doğru yürümeye başladı. Canderous dişlerinin arasından bir küfür savurdu, çünkü şu anda onu durdurup durdurmamak konusunda tereddüde düşerken nadir ve nahoş bir vicdan krizi yaşıyordu.

Fazlasıyla öfkeli bir halde, eski Karanlık Sith Lordunun kendi kahrolası kararlarını alabilecek kapasitede olduğuna karar vererek seri silahını yüklendi ve onu takip etti. Rancor'lar şimdi, ışın kılıçlarını havaya kaldırmış koşturmakta olan Revan'ın yaklaştığını hissetmiş ve kıpırdanmaya başlamışlardı. Canderous, Revan'ın başkasını değil, özellikle kendisini yanına almakta diretmesinin, kararlarına en az ihtimalle karşı çıkacak kişi olmasından kaynaklandığını fark etti. Bu konuda kendini nasıl hissettiğinden emin değildi.

Revan en yakındaki rancor'u burnundan, altın renkli ışın kılıçlarından biriyle yakaladığında Canderous ateş açtı. Yaratık acıyla gürledi ve savurduğu devasa sivri pençeleri, yana kaçan Revan'ı kıl payı ıskaladı. İkinci rancor son hızda Revan'a doğru saldırıya geçtiğinde dişleri ve pençeleri parlıyordu. Canderous silahını bu rancor'a çevirdi ve blaster ışınları kalın derili yaratığa fazla bir zarar veriyormuş gibi görünmese de, en azından oldukça yavaşlatarak Revan'ın hayvanın hantal cüssesinin altında çiğnenmesini engellemişti.

Seri silahını yere attı ve vibrokılıçlarını çıkardı. Yanına ulaştığında, Revan'ın kendini zaptederek sadece ışın kılıçlarını kullandığını fark etti. Şu anda iki yaratığı birden uzak tutuyordu; Canderous en yakındakini seçti ve saldırdı. Yaratık şu anda Revan'a odaklanmıştı ve yan tarafını saldırıya açık bırakmıştı. Bir vibrokılıcını sapladı ve kılıç rancor'un kalın derisini deşerek girdi. Canderous daha kılıcını kalın deriden çekip alamadan, rancor acı bir çığlık atmış ve ilgisiyle birlikte bedenini ona doğru çevirmişti. Rancor delicesine pençelerini sallayıp üzerine gelirken, Canderous hızla geri çekildi. Pençeler tarafından deşilmemeye çalışırken, bir açık beklemeye başladı. Hayvan cüssesini iyice dikleştirip şahlanırken, buna kulakları patlatıcı bir kükreme eşlik etti. Canderous çabucak toparlandı ve korunmasız kalan göbeğine doğru hamle yaparak, kılıcıyla yaratığın bağırsaklarını deşti. Rancor acı dolu çığlıklarla top gibi yüzüstü yere yığılırken, Canderous kılıcını gözüne saplayarak canavarı daha fazla eziyet çekmekten kurtardı.

Soluklanmak için durduğunda bir yanık et kokusu aldı ve hayvanın sırtındaki yanıkları gördü. Başını kaldırıp baktığında, kendi beğenmiş bir şekilde bipleyen T3'ü gördü ve hayvanı drodin ateşe vermiş olduğunu fark etti. Diğer rancor'u çoktan öldürmüş olan Revan, kaşları kalkmış bir vaziyette droide bakıyordu. Canderous şimdi dumanlar çıkaran yaratıktan kılıcını çekip aldı ve üzerindeki pıhtılaşmış kanı çimenlerde temizledi. Kılıçlarını temizlemesi bitip silahını tekrar aldığında, Revan çantasını sırtlanmış, tekerleklerinin üzerinde kendinden emin bir şekilde onu takip eden droidle birlikte tapınağa doğru ilerlemeye başlamıştı.

Revan'ın çantasından araçlarını çıkarıp çalışmaya başlamasını izledi. Taş yolda çömelirken, Canderous daha çok rancor ya da saldırgan yerlilere karşı gözünü açık tutuyordu. Gölgeli bir noktaya yerleşti ve cebinden paketini çıkararak bir sigara yaktı. Sigarasından derin bir nefes çektikten sonra, ciğerlerinin leziz yanışını hissetti ve dumanı burnundan verdi. Üçüncü sigarasını yaktığında güneş ufukta kaybolmak üzereydi. Revan çalışmasını bırakarak arkasına yaslandı ve kapıyı incelemeye başladı.

Bir nefes daha çektiğinde, Revan ona baktı. "Bir tane de ben alabilir miyim?"

Kaşlarını çatarak paketi ve çakmağı attı. "Ne zamandan beri sigara içiyorsun sen?"

"Şu andan beri." Paketten bir sigara çıkardı ve ne yapacağını tam kestiremiyormuş gibi baktı. "Darth Revan olarak o kadar kötü alışkanlıktan sonra, bir tane daha edinmenin fazla sorun çıkarmayacağını düşünüyorum."

"Daha önce içmiş miydin?" Kendi başına nasıl yakılacağını keşfedip edemeyeceğini beklemeye karar vermişti.

"Hiç sanmam."

Sigarayı tutuşundaki beceriksizliğe bakılacak olursa, Canderous da hiç sanmıyordu. Bir süre Revan'ın sigarayla boğuşmasını zevkle izledi. Revan sonunda yakmaya başardı. Çektiği derin nefesi, yaşlarla dolu gözlerle bir öksürük krizi takip etti.

Canderous ortalığı bir kahkahayla inletti. Eski Karanlık Sith Lordunun sigara içmeye çalışmasını izlemek, uzun zamandır gördüğü en komik şeydi.

Revan yüzünü ekşiterek yaşlardan kurtulmak için gözlerini kırpıştırdı ve boğulurcasına konuştu. "Bu rezil bir şey."

Canderous hala gülerken başını iki yana salladı. "Henüz içine çekme. Ağzında tutup üfle. İçine çekme alıştırması yapmış olursun."

Revan da öyle yaptı ve kapıyı incelemeye devam etti. Canderous o zaman uzun zamandır içini kemiren soruyu sordu. "Benim hakkımda ne düşündüğünü biliyorum. Neden hala kalmama izin veriyorsun?"

Canderous Davik için çalıştığı günleri Revan'a anlatmıştı; gurur duymadığı zamanları, ve bir Mandaloryalı savaşçısı olarak geçirdiği günleri de anlatmıştı; büyük gurur duyduğu zamanları. Bazen anlattığı hikayeleri eğlendirici ve daima ilginç bulduğunu bilse de, Canderous aptal değildi. Bazen Revan'ın verdiği tepkilerden, hoşnutsuzluğunu ve hatta anlattıkları karşısında düştüğü dehşeti görebiliyordu. Sevgilisinin de kendisiyle ilgili düşünceleri hesaba katılacak olursa, neden hala burada olduğunu anlayamıyordu.

"Başlangıçta işe yaradığın içindi." Kısa bir aradan sonra devam etti. "Tabi bir de eğlenceliydin. Bu önemli bir özellik." Sigarasının külünü döktü ve Canderous'un gözlerinin içine baktı. "Bir süre sonra sanırım sana alıştım. Senden hoşlanıyorum. Hoşlanmamalıyım, ama öyle. Sen tam bir pisliksin Canderous, ama ben de öyleyim. Ve biz pislikler birbirimize destek olmalıyız. Benim ne olduğumu düşünecek olursak, senin kıçına tekme koymam büyük bir ikiyüzlülük olurdu." Duraksadı, sigarasından çok daha küçük bir nefes çekti ve bu sefer boğulmamayı başardı. "Tüm bunlar bittikten sonra ne yapacaksın?"

"Bilmiyorum. Hiç düşünmedim. Neden sordun?"

Omuz silkti. "Sadece merak ettim."

"Seninle olan zamanım bittiğinde ve sen daha büyük işlere giriştiğinde, ben yine kendi yolumu bulacağım. İstediğim her şeyi yapabildiğim zamanları anımsıyorum. Öldür, sakatla, katlet- benim için hepsi aynıydı. Ama artık yaşlandığıma göre, geçmişime bakıp pişman olabilirim." Canderous sırtındaki kılıçlarından birini kınından çekti ve dikkatle incelemeye başladı. "Jagi'yle olanlar…bilmiyorum."

Bu olay onu kimseye itiraf etmekten hoşlanmayacağı kadar sarsmıştı. "Bana biraz zaman ver ve kafamda bazı şeyleri açıklığa kavuşturayım. Hayatımın gidişatından memnun değilim. Bir zamanlar olduğum Mandaloryalı değilim artık. Artık seninle tanıştığımda olduğum paralı asker bile olduğumu sanmıyorum. Sanırım hayatımda dövüşten ve savaştan daha fazlasına ihtiyacım var. Bir amaç ya da onun gibi bir şeye."

Revan kaşlarını kaldırdı ve o gözlerde Canderous daha önce kendisine bakarken hiç görmediği bir şeyle karşılaştı. Onaylama.

Canderous'u derin bakışlarıyla olduğu yere mıhlarken Revan sordu. "Peki ya Mandalor Kanunu? Savaşta onur. Ölümü aldatmak. Kollarda yoldaşlar."

"Mandaloryalı'ların –bizim – savaşma tarzımızın benim için bir çekiciliği yok. Savaşın heyecanını hissetmek için dünyalara tecavüz edip yağmalamak artık eskidi. Çok eskidi. Sanırım ben artık daha farklıyım. Belki daha fazlayım, belki daha az. Artık galakside eskiden olduğu gibi Mandaloryalı klanlarına yer yok. Eskiden yaptığım gibi hiç durmadan savaşmaya devam edebilir miyim bilmiyorum. Savaşçılar bile yaşlandıklarında anlayışlı olurlar. Geriye dönüp bakıyorum ve savaşçı olarak elime geçen fırsatlardan ve sonra da, hayatımın geri kalanında elime geçenlerden pişmanlık duyuyorum." Kaşlarını çatarak kılıcı kınına soktu; kılıç evini tanırmışçasına ölümcül, keskin bir sesle yerine oturdu. "Bu kadar çok şey olup biterken böyle olmamalıyım ama sanki içimde bir şeyler değişmiş gibi ve ben değişenin ne olduğunu bilmiyorum." Sözlerini elini sallayarak savuşturdu, bu yeni ortaya çıkan iç gözlemden nefret ediyordu.

"Vicdan sahibi mi olmaya başlıyorsun, Canderous?"

Sigarasını hırsla tapınak basamaklarında söndürdü. "Pah! Zar zor! Böyle şeyler bir savaşçıya yakışmaz! Ben iyice duygusallaşmadan şu işlerimizi halledelim."

Revan ona son bir bakış attı ve konuyu değiştirdi. "Takıldık." Açıklama olarak tapınağı işaret etti. "Bu tapınakta Güç ve teknoloji birleştirilmiş. Kapıda açamadığım bir Güç bariyeri var. İçeri girmek için başka bir yol bulmalıyız."

"Aklında bir şey var mı?"

"Hayır. Ama daha önce bir yol bulmuştum. Cevabı bu adada bir yerlerde olmalı."

Bir gün sonra Revan cevabını buldu ve bu cevap kendini daha önce burnundan getirmiş olduğu bir ırk şeklinde ortaya koydu.

Zorunlu iniş yaptıkları bu isimsiz gezegen, Yıldız Haritalarını ve Yıldız Yaratıcısı'nı inşa etmiş ırkın anayurduydu. Rakata, Güç'le birleştirdikleri teknolojileriyle bir zamanlar galaksiye hükmetmişlerdi ama şimdi ancak savaşçı kabilelerden oluşuyorlardı ve Güç'e duyarsızlığa mahkum oldukları için kendi yarattıkları teknolojiyi kullanamaz hale gelmişlerdi.

Kendilerini gördükleri anda saldırıya geçen ilkel kardeşlerinin aksine, oldukça barışçıl ve çok daha uygar görünen gri renkli, iki ayaklı ve kubbe şeklinde kafalı bir ırk olan Rakata rahiplerinin yaşadığı bir köy bulmuşlardı. Jedi'ların, dillerini anlayabilen Min'i daha önce tanıştıkları konusunda bilgilendirdikleri köylerine girmelerine izin vermişlerdi. Son kez bu gezegene geldiğinde, korkunç Yıldız Yaratıcısı teknolojisini yok etmelerine yardım edeceği sözünü vererek, tapınağa girebilmek için rahipleri kandırmıştı. Ama onlara ihanet etmişti ve daha sonra olanlar da artık tarih kitaplarında anlatılıyordu.

Rakata onu bu sefer pek de hoş karşılamamıştı. Gayet anlaşılır şekilde ona inanmamışlardı ve Min'in onları bu sefer samimi olduğu konusunda nasıl ikna edebileceğine dair hiçbir fikri yoktu. Çözüm Jolee'den gelmişti; Min tarafından tercüme edilen uzun bir ağız arama seansından sonra, üst düzey bir Rakata heyet üyesinin komşu bir savaşçı kabile tarafından esir alındığını öğrenmişlerdi. Bir anlaşmaya varılmıştı. Eğer Jedi esir üyeyi iyi niyetinin bir göstergesi olarak kurtarırsa, o zaman tapınağa girmesine izin vereceklerdi. Tapınağın şu anda tamamıyla Sith'in kontrolü altında olması dolayısıyla Rakata'nın, Jedi'ın tapınağa girmesine izin vermekle kaybedeceği hiçbir şeyinin olmaması da bu anlaşmada oldukça işe yarayan bir gerçekti.

Böylelikle Jedi'lar Rakata'ların istediğini yaptı. Rakata rahibinin salıverilmesini rakip kavimle konuşarak halletmeye çalışmışlardı ama kabilenin ilkel, savaşçı düşünce tarzları buna izin vermemişti. Sonunda, korkunç bir toplu kıyımdan sonra Rakata rahibini kurtarabilmişler ve rahipler tapınağa girmesine razı olmuşlardı.

Ertesi gün şafakta, Rakata rahipleri Güç bariyerini indirip tapınak kapısını açması beklenen uzun ve yorucu ayinlerine başlamışlardı. Güneş gökyüzünü yakarak yükselirken, rahipler kendi ırklarına özgü derin ve cızırtılı sesleriyle ilahilerini okuyorlardı. Jolee dev bir palmiyenin gölgesinde, sırtını gövdeye yaslayarak oturmuş töreni izliyordu. Juhani onun yanında bağdaş kurmuş, derin bir meditasyon içindeyken, sinirli enerjisini kontrol altında tutamayan Min ise Jolee'nin önünde volta atıyordu.

İlk planları, her ne kadar heyet üyesini kurtarmış olsa da Rakata'lar Min'e karşı tedbiri elden bırakmadığı ve yanında kimseyi almasına razı olmadıkları için, Min'in tapınağa yalnız girmesiydi. Ama hem Jolee hem de Juhani, tapınağın içinde beklemekte olan tehlikelerle ilgili kısa ama güçlü bir imgelem görmüşler ve hızla tepeye koşarak, Min'in Rakata'yı onların da tapınağa alınmaları konusunda ikna etmesi için diretmişlerdi. Min reddetmişti ve üçü bir süre tartıştıktan sonra, Jolee ve Juhani istese de istemese de onunla geleceklerini söyleyince pes etmişti. Bu sefer tören şefiyle yapılan tartışmadan sonra, eğer birkaç kişi içeri girerlerse başarı şanslarının daha yüksek olacağını kabul ettirebilmişlerdi.

Ayinin daha süreceğinin bilincinde, Jolee iyice yerleşti ve biraz dinlenmeye çalıştı. Ama bu çok zordu. Gerginlik gittikçe artıyordu çünkü Cumhuriyet Filosunun Yıldız Yaratıcısı'na saldırmak üzere sisteme varmasına bir gün gibi az bir zaman kalmıştı. Yıllardır bildiği ve ustalıkla kullandığı tekniklerle Jolee bedenini rahatlattı, zihnini boşalttı ve uykuya daldı.

Kırk yıl sonra bile, hatırası rüyalarında peşini bırakmıyordu.

Jolee'ye bir şeylerin ters gittiğini söyleyen, evin gergin sessizliğiydi. Bahçe aletlerini yere bırakıp, ellerindeki toprağı silkeledikten sonra Jolee doğruldu ve sevgili bahçesinin taşlık patikasından yürüyerek evine girdi.

Onu yatak odasında buldu. Nayama giysilerini bir valize dolduruyordu ve yine kendisini terk edeceğini fark edince Jolee'nin göğsü sıkıştı. Düşüncesi bile dayanılmazdı.

Kapı girişinde öylece donakalmıştı. Boğazına düğümlenen yumruyu yutkundu. "Bunu yapma."

Nayama duraksadı ve ona baktı, güzel yüzü gergin ve bitkindi. "Benimle gel."

"Bunu yapamayacağımı biliyorsun," dedi Jolee sessizce.

"Yani yapmayacağını. Benim için bile." Sesinde acı vardı. Aylar önce, Jolee'nin yalvarışlarına ve itirazlarına rağmen Exar Kun'u bir grup genç Jedi ile birlikte izlemek için Ossus'u terk etmişti. Birkaç gün önce geri dönmüştü ve Jolee bu dönüşün tek amacının kendisini de Exar Kun'un güç arayışına katılması için ikna etmek olduğunu anlayıncaya kadar karısının kendisine dönmesinden dolayı rahatlamış ve inanılmaz mutlu olmuştu. Nayama döndüğünde değişmişti; soğuk ve uzaktı artık. Defalarca tartışmışlar ama hiçbirinden bir sonuç elde edememişlerdi.

Nayama çantasını sırtına attı ve ışın kılıcını beline taktı. "Yolumdan çekil."

Jolee kenara çekilirken yüreği parçalanıyordu. Nayama'yı evde takip etti, karısının çevik adımları arayı hızla açıyordu. Kapıya vardığında, Jolee son bir kez denedi.

"Seni seviyorum, Nayama. Lütfen kal."

Nayama durdu ve ona döndü, ve bir anlığına Jolee'nin içine bir umut doğdu. Ama sonra onun yüzünü gördü. Nayama'nın yeşil gözleri soğuk bir öfkeyle yanıyordu.

Nayama sözleri tükürürcesine konuşurken ellerini yumruk yapmıştı. "Beni seviyor musun? Lütfen. Sen beni sevmiyorsun. Eğer sevseydin bana engel olmaya çalışmazdın. Eğer sevseydin benimle gelirdin."

"Exar Kun'u izlemek sadece üzüntü ve ölüm getirecek. Bu çılgınlık."

"Sen bundan ne anlarsın? Sen korkağın tekisin, Jolee. Jedi Konseyi'nin aptalca öğretilerinin arkasına saklanıyorsun, potansiyelini kullanmaktan ve onların sana vermekten kaçındığı güçten korkuyorsun." Jolee tüm bu nefret dolu sözlerin altında yatan acıyı hissedebiliyordu. "Söylediklerinin yarısına bile inanmıyorsun ama buna rağmen onları bana tercih ediyorsun."

"Bu doğru değil. Ben seni seçiyorum." Jolee sanki ona dokunursa gerçekleri de gösterebilirmiş gibi Nayama'nın omuzlarını sertçe tuttu. "Kendine bir bak! Sana neler olduğunu göremiyor musun? Nefret ve öfkeyle dolduruluyorsun ve bu da seni karanlık tarafa yönlendiriyor."

"Hayır. Sadece beni özgürleştiriyor." Nayama'nın ifadesi yumuşadı ve Jolee'nin yanağına dokundu. Jolee'nin yüreği sızladı çünkü şu anda hatırladığı karısına bakmaktaydı. "Benimle gel, Jolee. Bu gücü kullanabileceğimiz onca şeyi düşün. Her şeyi yapabiliriz, istediğimiz her şey olabiliriz. Yardım edebileceğimiz onca insanı düşün. Muhteşem olurdu. İkimiz birlikte, olması gerektiği gibi."

Aşk ve gerçeğin arasında parçalanmış vaziyette, Jolee birkaç uzun, gergin saniye boyunca tereddüt etti. Bir gün karanlık yolu takip etmesi için tahrik edileceğini daima biliyordu ama bunun karşısındaki kadın şeklinde kendini göstereceğini asla düşünmemişti. Ona Güç'ü kullanmayı öğrettiği için kendine lanet ediyordu. Eğer öğretmemiş olsaydı, şimdi karısı bu durumda olmayacaktı.

İstediği her şeyi elinin tersiyle iterek, gözlerini kapattı ve ellerini çekti. "Hayır."

Nayama'nın dudaklarından ilkel, öfkeli bir çığlık yükseldi. Jolee'yi beklemediği bir anda yakalayarak, onu Güç dalgasıyla koridora fırlattı ve sırtını karşı duvara çarparak yere düşmesine sebep oldu.

Karısının havayı döven çift bıçaklı ışın kılıcı, acıyla bulanıklaşan görüşünü kapladı ve yalpalayarak ayağa kalkmasına sebep oldu. Donmuş halde karısının hazırlanışını izledi; aklı o anda Nayama'nın gerçekten kendisini öldürmeye çalıştığı gerçeğini idrak etmeye çalışıyordu. Onca tartışma ve kavgaya rağmen, yine de işin buraya varacağını hiç düşünmemişti. Kendi ışın kılıcını çekip karısının atağını bloke ettiğinde, onu motive eden tek şey hayatta kalma içgüdüsüydü. Kıvılcımlar uçuştu ve yeşil kırmızıyla karşılaştı. O anda bile aklının bir köşesine, Nayama'nın kılıcının rengini çoktan değiştirmiş olduğunu not etti.

Nayama'yı iterek, birkaç adım gerilemesine sebep oldu; bu durum koridordan yemek odasına kadar geri çekilerek, daha fazla hareket imkanı ve düşünecek zaman bulmasını sağladı.

Nayama bir elini uzatarak büyük ahşap yemek masasını zihniyle kaldırdı ve Jolee'nin üzerine savurdu. Jolee üzerine düşmesini engellemek için masanın yönünü değiştirdi ve masa karşı duvara çarparken, Nayama'nın geçen yıldönümlerinde kendisine hediye etmiş olduğu camdan süsleri paramparça etti.

"Nayama! Kes şunu!"

Ama mantık Nayama'yı çoktan terk etmişti ve tüm gücüyle saldırdı. Işın kılıçları onlar çarpıştıkça cızırdıyor ve uğulduyordu. Nayama saldırıyor, Jolee savunuyordu; karısını incitecek bir şey yapmaya cesaret edemiyordu. Nayama onu mutfağa kadar geri püskürttü ve elinden yıldırım gücünü serbest bıraktı. Jolee zar zor da olsa ışından kaçmayı başardı ve elektrik başının yanından vızıldayarak geçerek, duvarda siyah yanık izleri bıraktı.

Jolee çevresine bir hareketsizlik alanı örmeye çalıştı ama Nayama bundan kurtuldu. O zaman Jolee başının gerçekten dertte olduğunu anladı. Işın kılıcı konusunda ikisi de eşit olsalar da, Jolee Güç'ü kullandığında her zaman daha iyiydi. Jolee'nin fazladan gücü ve yıllarca aldığı eğitim sayesinde, Nayama daha önce böyle bir saldırıya asla direnememişti. Bunun sebebi karanlık tarafın gücünü arttırması olmalıydı. Nayama'nın kendisini gerçekten öldürebileceğini fark ettiğinde, Jolee'nin içine korku düşmeye başladı.

Jolee Nayama'nın kullandığı taktiği denedi. Zihniyle uzandı ve karısının hemen yanındaki tezgahta duran tabakları üzerine gönderdi. Kırmızı çift bıçaklar havada hızla dönerken, Nayama hiç zorlanmadan ışın kılıcıyla defederek hepsini parçaladı. Porselen parçaları büyük bir tangırtıyla yere saçıldı.

Mutfağın iki ucundan soluk soluğa birbirlerine baktılar.

Jolee çılgın gibi söyleyecek, onun durmasını sağlayacak bir şeyler bulmaya çalışıyordu ama Nayama'nın mantık dışı öfkesinin karşısında kelimelerin yetersiz kalacağını biliyordu.

"Sorun nedir Jolee?" dedi alay edercesine dudakları gaddarlıkla kıvrılırken. "Bu kadar güçlü olduğumu bilmiyordun, değil mi? Zayıf olduğumu sanıyordun, senin gibi."

"Hayır. Zayıf olduğunu asla düşünmedim, Nayama."

"Zayıftım. Sana olan sevgim beni engelliyordu. Ama artık değil."

Nayama ona doğru sıçradı ve ışın kılıçları tekrar karşılaştı. Geçtikleri yerleri harabeye çevirirken, Nayama kocasını önce mutfaktan salona, sonra da bahçeye kadar geri püskürttü. Bahçeye vardıklarında Jolee ter içindeydi ve yorulmaya başlamıştı. Artık ya bunu sona erdirecek bir karara varacak ya da ölecekti.

Jolee kendini zaptetmeyi bıraktı ve Nayama'yı bloke edemediği bir dizi Güç yıldırımıyla vurdu. Nayama'nın çığlık atarken sırtı geriye doğru büküldü. Işın kılıcı yere düştü ve kendi kendine kapandı. Jolee görünmeyen parmakların boğazını sıktığını hissetti ve bir dakika kadar, iradeleri savaşırken Jolee bilinçli kalma mücadelesi veriyordu. Sonunda odaklandı ve Nayama'nın saldırısından kendini sıyırarak onu eve doğru fırlatan bir Güç dalgası gönderdi. Nayama'nın omuzu duvara çarptı ve yere kayarak düşmeden önce, Jolee kırılan kemiklerin sesini duydu. Nayama ışın kılıcını kendine çağırmaya çalıştı ama Jolee ondan önce davrandı; ışın kılıcı yerden Jolee'nin açılmış eline uçtu. Nayama'nın başında durdu ve kendi kılıcını onun boğazına doğru tuttu. Ne yapacağına karar vermek için çırpınırken, kılıcının yeşil ışığı Nayama'nın solgun tenine yansıyordu.

Nayama kolunu kucağına çekti ve ona baktı. "Beni öldürecek misin Jolee?" diye sordu fazlasıyla sakin bir sesle.

Jolee her şeyden çok sevdiği kadının yüzüne baktı ve bir yabancı gördü. Nefret ve yozlaşma, tıpkı bir kanserin yayılması gibi dalgalar halinde ona ulaşıyordu. Nayama karanlığa tamamen boyun eğmişti ve Jolee bunu şimdi sonlandırması gerektiğini biliyordu. Eğer gitmesine izin verirse, neler yapabileceğini tahmin etmesi imkansızdı.

"Hadi Jolee, öldür beni. Zayıf olmadığını kanıtla."

Jolee ışın kılıcını kapattı. Nayama başını geri atarak gülmeye başladı. Öyle korkunç bir sesti ki, Jolee'nin ürpermesine sebep oldu.

Nayama ayağa kalktı ve başını iki yana salladı. "Bunu yapamayacağını biliyordum. Gerçekten zavallının tekisin."

Başka bir şey söylemeden arkasını döndü ve Jolee'yi paramparça olmuş bir halde bırakarak hayatından çıktı.

"Jolee, uyan." Jolee irkilerek uyandığında, yanına çömelmiş ve oldukça endişeli görünen Min'le karşılaştı. "İyi misin?"

Jolee elleriyle gözlerini ovuştururken titriyordu. Yüzü soğuk bir terle kaplanmıştı. "Evet," dedi boğuk bir sesle.

Bu rüyayı gördüğü için şaşkındı. Özellikle kabusları engellemek için zihin odaklama tekniklerini kullanmaya başladığından beri bu rüyayı görmemişti. Bu tekniği Min'e de öğretmeyi önermiş ama Min onun yardımını istemediğini söyleyerek terslemişti. Jolee bu rüyanın neden şimdi yeniden kendini gösterdiğini merak etti.

Hala rüyadan dolayı altüst durumda, Min'e çıkıştı. "Laklakçı hemşireler gibi tepemde dikilip durma."

Min gözlerini kırpıştırdı ve oturdu. "Her neyse, ihtiyar."

Jolee derhal huysuz sözlerinden pişman oldu ama geri almasına fırsat kalmadan Min uzaklaşmıştı bile. Manaan'daki "sohbetlerinden" bu yana, Min kendisiyle ancak çok gerekliyse konuşmuştu.

Jolee ayağa kalktı ve tutulmuş kaslarını gerdi. Çevresine bakındığında, gökyüzüne alacakaranlık çöktüğünü ve kısa bir süre sonra tamamen karanlık basacağını gördü. Juhani hala yanında bağdaş kurarak oturuyor ve meditasyon yapıyordu. Min büyük bir taşa oturmuş, hala ilahi okuyan rahipleri izliyordu.

Jolee ona katıldı ve ılık taşa oturarak ellerini kucağında birleştirdi. "Sence daha ne kadar sürecek?" diye sordu yeniden bir sohbet başlatabilme umuduyla.

"Bilmiyorum. Daha fazla uzayacağını sanmam." Dönüp Jolee'nin gözlerine baktı. "O bizi bekliyor."

Jolee kaşlarını çattı. "Kim?"

"Bastila. Bağımız aracılığıyla onun varlığını hissedebiliyorum. Tapınakta bizi bekliyor."

Jolee dikkatlice tapınağın içini sezmeye çalıştı ama bariyerin gerisine ulaşamadı. "Emin misin?"

"Evet. Leviathan'dan beri onu hissedemiyordum çünkü bağın kendi tarafındaki ucunu bloke etmişti. Şimdi hissediyorum çünkü o hissetmemi istiyor. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum."

Jolee kendisinin biliyor olmasından korkuyordu ama kendi korkularını çocuğa nakletmesinin bir anlamı yoktu.

Bir süre daha ayini dinledikten sonra Min konuştu. "Jolee?"

"Evet?"

Soruyu ona bakmadan sordu, gözleri batmakta olan güneşi takip ediyordu. "Kim olduğumu biliyorduysan neden bizimle geldin?"

"Bunun önemli olduğunu düşündüm. Evimde oturup bir galaksinin varolduğunu inkar etmekten daha önemli olduğunu en azından." Min'in sorarcasına bakışlarını görünce ekledi. "Belki de bunu sana bir hikayeyle daha kolay anlatabilirim."

Min gözlerini devirince, Jolee'nin yüreği biraz olsun hafifledi. Jolee'nin huysuzluğunun dönmüş olmasına karşı sergilediği bu sağlıklı saygısızlığı görmekten memnundu ve kendisiyle dalga geçmiş olmasını eskisi kadar kızgın olmadığının bir işareti olarak kabul etti. Manaan'dan beri gördüğü buz gibi tavırlardan çok daha iyiydi en azından.

"Harika. Sabırsızlanıyorum," dedi Min alaycı bir şekilde. "Senden asla normal bir cevap alamayacağımı bilmeliydim."

"Sen sensiz ol bakayım, seni gidi! Hikayeyi dinleyeceksin, o kadar!" Boğazını temizledi. "Şimdi. Genç bir adam küçük köyünde inanılmaz zehirli bir yılan görür. Gergin bir şekilde, yılan oradan ayrılana kadar onu izler. Genç adam ormana kadar yılanı takip eder. Yolunun üzerindeki dalları temizler ve engelleri aşmasına yardım eder. Hatta karnını bile tok tutmaya çalışır."

Min'in şaşkın bakışları ne düşündüğünü fazlasıyla ortaya koyuyordu. "Bu yine uzun bir hikaye mi olacak? Çünkü bugün yapmam gereken çok şey var. İyi olmak, galaksiyi kurtarmak falan, bilirsin, her zamanki şeyler."

Jolee onu susturmak için elini salladı. "Sus bakayım! Pek çok gece geçer ve genç adam yılanı izlemeye devam eder. Hatta büyük çölün kumlarına ulaştığında bile takip eder. Çölde, yılan sonunda acıkır. Yılan döner ve genç adamı ısırır. Zehir hızla tüm vücuduna işler. Sonunda meraklanarak, yılan ölmekte olan adama döner ve sorar. 'Beni çöle kadar takip ederek niye aptallık ettin?' Genç adam bakar ve cevap verir. 'Seni takip mi ettim? Ben seni diğerlerinden uzaklaştırdığımı sanıyordum.' Ve sonra ölür."

"Bu gerçekten çok neşelendiriciydi, Jolee. Mutlu bir hikaye bilmez misin sen?"

"Hayır. Sonu mutlu biten hikayeleri sıkıcı bulurum."

Min bir kaşını kaldırdı. "Dur tahmin edeyim. Yılan benim."

"İşte benim kendi gözlerimle görmek istediğim de buydu. Sana daha önce önünde bir kaderinin olduğunu söylemiştim. Ama yine de bu, kaderinin çoktan yazıldığı anlamına gelmez. Bunlar farklı şeyler. Kaderini taşıyacağın yolu sen seçersin. Burada seni yargılamak ya da hangi yolu seçmen gerektiğini söylemek için bulunmuyorum. Sana yardımımı sunmak için bulunuyorum… yeter ki iste."

Min tereddüt eti. Jolee, Min'i ağır bir yükün boğduğunu, bunun altında ezildiğini biliyordu. Nefesini tuttu ve kendisine açılmasını umdu.

"Jolee, bana bir insanın aşkın kötü tarafıyla baş etme şeklinin kendi karakterinin bir göstergesi olduğunu söylediğini hatırlıyor musun?"

"Evet."

Min uzaklara baktı ve konuştuğunda sesi bir fısıltıdan yüksek değildi. "Malak ve ben sevgiliydik. Sadece küçük parçalar hatırlıyorum. Ama birbirimizi sevdiğimizi bilmek için yeterli parçalar."

Jolee başını salladı. "Kashyyyk'te ona bakarken gözlerinin nasıl hayallere daldığını düşününce, pek de şaşırdığımı söyleyemem."

Min aniden acılı ve utanmış bir ifadeyle baktı. "Malak'a bakarken mi hayallere dalıyordum?"

"Ah, evet. Ancak karasevdaya tutulmuş bir genç kızın dalabileceği şekilde."

Min içini çekti ve gökyüzüne baktı. "Onunla savaşmak zorunda kalacağım. Bunların hepsi," eli çevredeki her şeyi işaret ederek havada ilerledi, "sadece bunun için. Her şey dönüp dolaşıp ikimizde düğümlenecek." Jolee'nin sorgulamadığı bir kesinlikle konuşmuştu. "Bunu yapabileceğimden emin değilim," dedi yavaşça. "Onu öldürebileceğimden emin değilim, ama öldüremezsem de olabileceklerden korkuyorum."

"Ne diyebileceğimi bilmiyorum, Min. Ama sana yalan da söylemeyeceğim; hiç kolay olmayacak. Ben bunu yapabilecek kadar güçlü değildim. Ama sen sağlam bir çocuksun. Bence yapılması gereken her neyse, onu yapacaksın."

Konuşmadan önce uzun süre Jolee'ye baktı. "Geldiğin için mutluyum, Jolee." Bu sözler Jolee'nin içini itiraf etmek isteyeceğinden çok daha fazla ısıtmıştı.

Jolee içini çekti ve başını eğdi. "Geldiğim için ben de memnunum, gerçekten. Keşke sana yardımcı olacak bilgece ya da kesin doğrulukta bir şeyler söyleyebilseydim."

"Sorun değil. Yanımda anlayan birisinin olması yeterli." Min Jolee'ye küçük bir gülücük lütfetti. "Sadece bir Padawan olsa bile."

Jolee uzandı ve Min'in elini tuttu. "Sen iyi bir genç kızsın. Umarım işler senin için güzel gelişir."

Jolee onun gözlerindeki mutlak teslimiyeti görebiliyordu. "Açıkçası, bunu mümkün kılacak bir yol düşünemiyorum."

Söyleyecek bir şey bulamadan, Rakata rahipleri ayini bitirdi ve tapınağı saran Güç bariyerinin indiğini hissetti. Juhani kalktı ve onlara katıldı. Üçü birden tapınağa ilerlerken, Jolee buradan sağ çıkıp çıkamayacaklarını merak ediyordu.


Yumuşak, tuzlu bir rüzgar Rakata tapınağının çatısında Revan'ı bekleyen Bastila'nın sertleşmiş yüzünü yalayıp geçti. Yarım saatten az bir zaman önce Revan'ın ve yanındaki Jolee ve Juhani'nin tapınağa girdiklerini hissetmişti. Bastila güçlü bölücü alanın antik kontrollerinin bulunduğu çatıya ulaşmalarının fazla zaman almayacağını biliyordu. Lord Malak, onu buraya Revan'ı öldürüp değerini kanıtlaması için göndermişti. Bu, yerine getirmek için can attığı bir görevdi.

Zihniyle uzandı ve yeni gücüne dokundu, bedeninde hızla dolaşmasına izin verdi; bu karanlık ve sarhoş ediciydi ve Bastila bir zamanlar kendini bu güçten esirgediğine inanamıyordu. Ama tabi ki daha önce korkak aptalın tekiydi, ta ki Malak ona nelere sahip olabileceğini gösterene kadar ürkek ve zayıftı.

Jedi Konseyi'nin kölesi olarak, hayatını korku içinde geçirmişti. Ustaları hoşnutsuz etmekten korkarak ihtirassız, mükemmel bir Jedi olmuştu, ta ki Revan'la karşılaşana kadar. Kadının gücü baş döndürücüydü ve Bastila bağ üzerinden hem bu gücü hem de içerideki karanlığı hissetmişti. Başlangıçta bu onu korkutmuştu ama bu güce karşı gün be gün daha da korunmasız kaldıkça önce tanıdık gelmeye, sonra ayartıcı olmaya başlamıştı. Bastila'nın en büyük utancı, gerçekten istediği şeyi kendisine gösterenin Lord Malak olmasıydı. Bastila eski halini düşündükçe iğreniyordu. Şimdi tek yapması gereken, Revan'ı öldürmekti.

Kapıya baktı ve dudaklarında soğuk ve zalim bir gülümseme belirdi.

Bastila çok uzun beklemek zorunda kalmamıştı. Birkaç dakika sonra arkasında Jolee ve Juhani ile birlikte Revan içeri girdi. Her zamanki gibi, Bastila kadından yayılan inanılmaz güç karşısında çarpılmıştı.

Revan ve Bastila'nın bakışları kenetlendi ve sonra Bastila çok güçlü empati yeteneğini kullanarak aralarındaki bağı zorla açtı.

Revan.

Revan neredeyse olduğu yerde sıçrayacak kadar irkildiğinde, Bastila bağ üzerinden şaşkınlığını hissedebiliyordu.

Evet, bu doğru. Seninle bağ üzerinden konuşabiliyorum.

Şansına, Revan kendini neredeyse anında toparladı. Bastila kadının içinde akan diğer duyguları da hissedebiliyordu; Bastila'nın hala hayatta olmasından dolayı rahatlama, dönüştüğü şeyden dolayı suçluluk ve üzüntü. Revan'ın derin duyguları karşısında eziliyordu ve nefret ve öfkesini koruyabilmek için mücadele etmeye başladı.

Üzgünüm Bastila. Seni olabilecek en kötü şekilde hayal kırıklığına uğrattım.

Bastila gerçekten üzgün olduğunu görebiliyordu ve şok olmuştu. Bağ konusunda yalan söylediği için Revan'ın kendisine karşı nefret dolu ve öfkeli olacağını sanıyordu ama orada bir nefret ve öfke olsa da Bastila'ya değil, kendisine yöneltilmişti. Derin bir ıstırap Bastila'nın hazırlıklı olmadığı bir şeydi. İki kadın tapınağın çatısında karşılıklı durmuş, donmuş bir halde birbirlerine bakarken Bastila bağı açmanın çok ciddi bir hata olduğunu çok geç fark etmişti.

Bastila öfkesine sımsıkı sarıldı. Benim için üzülme! Seni öldürüp, onun çırağı olarak haklı yerimi alacağım.

Cevap bu değil.

Bastila panikledi. Revan'ın duyguları fazlasıyla güçlüydü ve içini bir kararsızlık kemirmeye başlamıştı. Diğer kadının duygularını hissedebiliyorken nefretini koruyabilmesi çok güçtü. Bastila bağı kapatmaya çalıştı ama Revan tereddüdünü anlayıp, keskin iradesiyle bağın açık kalmasını sağladı. Bağ da açıkken, Revan'ın iradesine karşı koymak mümkün değildi. Bunda bir hüner ya da zarafet yoktu; Revan hayvani bir güç kullanarak Bastila'yı yenmişti.

Juhani ve Jolee gergin bir sessizlikle onları izliyorlardı; Bastila onlardan yayılan kargaşa ve korkuya aldırmadı.

Konsey'in sana yaptıklarından sonra asla mümkün olabileceğini tahmin etmediğim kadar güçlüsün. Görünüşe göre Malak yanıldı - Karanlık güç sende tamamen kaybolmamış, Revan. Beynin tüm anıların yeniden onarılamayacak kadar kötü bir şekilde hasar görmüştü. Ama gücün, iraden, seni sen yapan özün: bunlar hala orada! Karanlık tarafın da gücüyle, kimse seni durduramaz. Buna nasıl sırtını dönebilirsin?

Bunu nasıl kabul edebilirim? Bastila, bizimle geri dön. Seninle dövüşmeye zorlama beni. Kazanacağımı biliyorsun.

Bastila biliyordu ve ne kadar yetersiz olduğunun bilinciyle, içini büyük bir korku kapladı; üçünü birden yenmesine imkan yoktu. Karasızlıkla, büyük bir parçasının şimdi onlarla Ebon Hawk'a dönüp seçtiği yolu terk etmek istediğini fark etti. Ama birden eski, korkak halini hatırladı ve bu onu durdurdu. Tekrar o ürkek, zayıf kıza dönüşmeye hiç niyeti yoktu. Karşısındaki Jedi'a bakarken, kadını ne kadar küçümsediğini fark etti ve onu yenmesinin mümkün olmadığını biliyordu. Daha da kötüsü, bunu yapmak istediğinden de emin değildi. Birbiriyle çarpışan karmakarışık duygularının arasında, başka bir taktik denemeye karar verdi.

Bana katıl. Sith'in liderliğini hak eden sensin, Malak değil. Birlikte eski çırağını yok edebiliriz. Bana katıl ve kayıp kimliğini yeniden kazan! Bana katıl ve gerçek gücü bir kez daha tat!

Revan'da bu sözlerin bir anlık bir istek uyandırdığını hissedebilse de, bu şaşırtıcı derecede etkisizdi. Bağ üzerinden neredeyse hissedebildiği tek şey azap ve suçluluktu. Bastila buna inanamıyordu.

Hayır. Bu bir hata Bastila. Bizimle geri dön.

Hata mı? Hayır, Revan. Ortadaki tek hata, şu anda senin yapmakta olduğun! Hakkın olan gücü kendinden esirgiyorsun! Kim olduğunu inkar edebilirsin Revan, ama ancak kendini kandırmış olursun. Gerçeği ben biliyorum. Zihninin derinliklerindeki karanlığı gördüm.

Jedi'dan yayılan suçluluk duygusu neredeyse elle tutulabilecek kadar somuttu. Kim olduğumu çok iyi biliyorum. Ben bir canavarım, Bastila ve senin de benim gibi olmanı istemiyorum.

Bastila nefretini kullanarak şüphelerini savuşturdu. Sen zavallı bir aptalsın, Revan! Birlikte Malak'ı devirip, İmparatorluğu yönetebilirdik, ama şimdi Lord Malak'ın yanındaki yerimi alacağım! Jedi Konseyi'nin karşısında eğilen Cumhuriyet ve tüm diğer aptallarla birlikte sen de mahvolacaksın!

Bastila elindeki kumandada bir düğmeye bastı ve gizlenmiş savaş droidleri ortaya çıktı. Revan'ın konsantrasyonundaki bir anlık zayıflıktan yararlanarak, Bastila hızla zihnindeki kalkanları açtı. Droidlerin Revan'ı fazla tutamayacağını bildiği için atış platformunda bekleyen küçük uçağa doğru hızla koştu. Arkasında duyduğu blaster ve ışın kılıcı seslerini, önce gürültülü bir uğuldama, ardından da droidlerin ölüm cıyaklamaları takip etti. Rampayı hızla çıktı ve kokpite yöneldi; Revan droidleri yendiğinde, Bastila çoktan havalanmış ve tapınaktan ayrılarak Yıldız Yaratıcısı'na doğru yola çıkmıştı. Yol alırken, kararlılığını yiyip bitiren kuşkulardan zihnini arındırmaya çalışıyordu.


Carth eliyle yorgun bir şekilde yüzünü sildi ve bitkin aklını elindeki işe vermeye çalıştı. Ebon Hawk'un omurgasındaki kontrol panelinden birkaç adım uzaklaşarak bileğindeki kom linke doğru konuştu. "Tamam, Mission. Şimdi dene."

Ebon Hawk'un arka kalkanları titrekçe hayata dönerken, havayı çatırdayan bir enerji sesiyle doldurdu; Zaalbar onay verircesine gürledi. Carth, Mission ve Zaalbar sistematik olarak geminin sistemlerini test ediyorlardı. Carth büyük bir savaşın yaklaştığını biliyordu ve Hawk'un tüm sistemlerinin düzgün bir şekilde işlediğinden emin olmak istiyordu. Bölücü alan geminin çoğu sistemini aşırı yüklemişti ve zorlu iniş daha da fazla hasara yol açmıştı. Neyse ki, aynı kaderi paylaşmış pek çok diğer gemiden gerekli parçaları yürütebilmişlerdi. Gezegen gemi enkazlarıyla dolu bir mezarlık gibiydi; ufukta kule gibi dikili duran antik, devasa savaş gemilerinden, küçük kişisel uçaklara kadar hepsi, antik bölücü alanın kurbanı olmuştu.

"Şimdi de ön kalkanları dene."

Son günlerde deli gibi Ebon Hawk'u yeniden işler hale getirmeye çalışırken Carth, bu gezegeni Morgana'nın çok seveceğini fark etmişti. Tüm bu eski gemi enkazlarıyla, kendini bir mühendislik cennetinde hissederdi. Morgana sadece Carth gibi gemileri sevmezdi – onlar için yaşardı, ve Carth onun Ebon Hawk'u da çok seveceğini, saatlerce bakımını ve tamirini yapacağını biliyordu. Sistemi tekrar devreye sokmak için kullandığı pek çok tekniği karısından öğrenmişti. Bu beladan başlarını kurtarabilirlerse, Carth gemiyi tam bir sistem kontrolü ve bakımdan geçirmeye kararlıydı; Morgana kendisine bu kadar iyi davranmış olan gemiye iyi bakmasını isterdi.

Ön kalkanlar çalıştı ve Carth yorgun bir hoşnutluk hissetti. Şimdi gerekli tüm sistemler çalışıyordu ve artık yaklaşan savaşa hazırdılar.

"Güzel. Şimdi kapat." Kalkanlar kapandı. Gökyüzünde küçük, parlak bir uçak arkasında iz bırakarak geçtiğinde, Carth araç gereçlerini çantaya koymayı yeni bitirmişti. Tam bu uçağı kimin kullandığını ve bölücü alanın kapanıp kapanmadığını merak ederken, yakınlardaki tapınaktan büyük bir patlama sesi geldi. Carth kom linkinin tüm frekanslarını denerken, Mission ve Canderous rampadan koşarak geldiler.

"Min! Sen iyi misin?"

Min'in sesi kom linkten duyulduğunda Carth rahat bir nefes aldı. "Evet. Sadece bölücü alanı yok ettik. Jolee bir termal patlayıcının bu sorunu kökünden halledeceğini düşündü. Kısa bir süre sonra orada oluruz."

İçini çekerek, Carth elini saçlarında gezdirdi. "Bize bir uyarıda bulunabilirdiniz. Yemin ederim kadın, eğer saçlarım vaktinden önce beyazlarsa bu sadece senin suçun olacak."

Gülmesini beklerken, Min'in cevabı gayet ciddi geldi. "Bunu da benim suçlarımdan oluşan upuzun bir listeye eklemek zorunda kalacağız." Daha cevap veremeden Min hattı kesti ve Carth istemeden de olsa pot kırdığı için, içinden kendine sövdü.

Rampada oturup dönüşünü beklemeye başladığında Mission da ona katıldı. Canderous homurdanarak gemiye döndü ve Zaalbar da onu takip etti.

"Kahretsin Min, sırf Darth Revan olduğunu fark etmiş olman tüm espri anlayışını kaybetmeni gerektirmez," diye mırıldandı Mission gözlerini devirirken. Carth'ın yanına oturdu ve rampanın kenarından bacaklarını uzatarak sallamaya başladı.

"Zor bir dönemden geçiyor." Bu belki de yüzyılın en yetersiz açıklamasıydı. Carth bir şekilde ona ulaşmayı ummuştu fakat görünüşe göre ne kadar üstüne giderse, Min o kadar uzaklaşıyordu. Kaçıp saklanmaktan vazgeçmiş olsa da, Carth hala kendisine karşı ne kadar soğuk ve mesafeli olduğunu görebiliyordu. Gezegene indiklerinden beri ya yalnız başına ya da Canderous'u alıp gitme fırsatını kaçırmamıştı ve belli ki acı ve suçluluk içini hala yiyip bitiriyordu. Bu sinir bozucuydu; Carth daha başka ne yapabileceğini bilmiyordu.

"Bunu senden çıkarması gerekmez," dedi Mission mırıldanarak. Carth yanındaki küçük Twilek'e hayretle baktı. Min'e kızgın olduğunu ilk defa görüyordu. "Sen onu seviyorsun. Seninle bu şekilde konuşmamalı."

"Sadece sabırlı olmalıyım." Bu düşünceye suratını buruşturdu; sabrın, pek de iyi olmadığı konulardan biri olduğunu gayet iyi biliyordu. "Bu biraz zaman alacak." Sesi, sanki daha çok kendini ikna etmek istiyormuş gibi, istediğinden daha güçlü çıkmıştı. Başka bir ihtimali düşünmek bile istemiyordu. "Belki tüm bunlar bittiğinde, onu güzel ve sakin bir yere götürebilirim." Mission'ın endişeli bakışlarını görünce çabucak ilave etti. "Sen de bizimle gelmek zorundasın tabi."

Mission kıs kıs güldü. "Birilerinin sizi beladan uzak tutması lazım. Beni gördüğünde Dustil'in suratının alacağı şekli görmek için sabırsızlanıyorum."

Ah kahretsin, Dustil!

Leviathan'dan kaçışlarını takip eden günlerdeki delilik haliyle Carth, Dustil'in Min'in gerçekte Revan olduğu haberini nasıl karşılayacağını düşünmemişti bile. Mission mutlu bir şekilde, Carth'ın asi oğlundan nasıl intikam alacağına dair ayrıntılı komplolar kurarken, zaten sıkışan göğsü kaygıyla iyice tıkanıyordu. Bu kaçınılmaz karşılaşmayı nasıl idare edeceğine dair hiçbir fikri yoktu. İçini çekerek endişelerini bir kenara bıraktı, ne de olsa şu anda bununla ilgili olarak yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Bununla zamanı geldiğinde ilgilenirim. Şimdi sadece hepimizi bu işten sağ salim çıkarmaya odaklanmalıyım.

Sonunda üç Jedi belirdi ve onlar yaklaşırken Carth ayağa kalktı. Üçü de yorgun görünüyordu ama bu Carth'ın onları derhal sorgulamaya başlamasını engelleyemedi. "Orada neler oldu?"

"Bastila oradaydı. Karanlık tarafa düşmüş," dedi Juhani, Min sessizce dururken.

"Karanlık taraf mı? Bastila mı? Hayır! Bu nasıl olabilir?"

Jolee cevapladı. "Her zaman karanlık tarafından ayartılma tehlikesi vardı, Carth. Bastila güçlüydü, ama aynı zamanda dik kafalı ve sabırsızdı da. Malak onun zayıflığını kullandı."

"Ona işkence yaptı." Yüzlerindeki şok ifadesini görünce, Min boğuk bir sesle açıklamaya başladı. "Zihnini bana açtığında gördüm. Hem işkence hem de bağ aracılığıyla bende gördüğü karanlıktan sonra fazla şansı yoktu."

Jolee başını iki yana salladı. "Etkisi olduğundan emin olsam da, sonuçta herkes kendi yolunu kendisi seçer. Malak şimdi onu elinde tutuyor – Bastila'nın onun etkisinden kurtulması zor olacak."

Mission atıldı. "Ama hala umut var, öyle değil mi? Yani sen karanlığı reddettin, demek ki Bastila da kurtulabilir değil mi? Hala onu kurtarma şansımız olabilir."

"Bilmiyorum." Mutlak bir azim Min'in yüzüne yansımıştı. "Ama onu böylece silip atmaya hiç niyetim yok. Bizi Yıldız Yaratıcısı'nda bekliyor olacak. Peşinden gitmek istiyorum."

Carth gökyüzünün gece mavisine baktı. "Filonun birkaç saat içinde hiper uzaydan çıkmış olması gerekiyor. Onlar saldırıya geçtiklerinde, Yaratıcı'ya iniş yapmaya çalışabiliriz."

Jolee, Min'in omzuna hafifçe vurdu. "Hala yanımızda olmanın çok güzel olduğunu söylemeliyim, hayatım. Bir an için orada kararının… neyse, benim ne düşündüğüm önemli değil."

Carth'ın bakışları aniden Min'e döndü. "Karar mı? Ne kararı?"

"Benden ona katılmamı ve Malak'ı onunla beraber öldürüp, benim çırağım olmayı istedi. Tekrar Karanlık Lord olarak unvanımı almamı istedi."

"Ama sen Revan'a son olarak sırtını döndün! Onun artık bir parçan olmadığını biliyordum! Bunu biliyordum!" Sırıtarak Min'i kendine çekti ve sıkıca sarıldı. Jolee ve Juhani, Mission'u rampaya doğru sürükleyerek ikisini yalnız bıraktılar. "Sana sonunda bir karar vermek zorunda kalacağını, bir sınavdan geçeceğini söylemiştim. Bence bu oydu, bunu hissedebiliyorum."

"Carth-"

Ama Carth sözünün kesilmesine izin vermeyecekti; çenesini Min'in başına dayadı, saçının yumuşak dalgaları çenesine değiyordu. "Ve sen de aynen umduğum gibi davrandın. Kolay olmadığına eminim. Seninle gurur duyuyorum. Seni… seni seviyorum." Aniden omuzlarındaki yük ortadan kalktı ve içinde yeniden bir umut yeşermeye başladı. Bir şekilde bunu başarabilirlerdi. "Tüm bunların sona ermesi için sabırsızlanıyorum."

Min geri çekildi ve gözlerini kaçırdı. "Carth, o kadar basit değil-"

Carth onun omuzlarını tuttu ve doğrudan gözlerinin içine baktı. Karanlık ve kederli su birikintileri gibiydi ama Carth onu ümitsizliğe terk etmeyi reddetti. "O kadar basit," dedi kesin bir tavırla.

Min bir şey söyleyecekmiş gibi baktı ama vazgeçip sadece başını salladı. Bu Carth'ın beklediği coşkulu yanıt olmasa da, en azından bir başlangıçtı.

Bu başlangıcı geliştirmeyi umarak Carth onu öptü ve Min de neredeyse umutsuzca karşılık verdiğinde tatmin olmuştu. Bir süre sadece ona sarıldı ve sonunda kumsalı ve Carth'ın kuşkularını arkalarında bırakarak gemiye bindiler.


Her şey tam bir felaketti.

Min Ebon Hawk'un üç boyutlu projeksiyon ekranında kırmızı ve mavi noktalarla gösterilen Cumhuriyet ve Sith filolarının çarpışmasını izliyor ve bu onu hasta ediyordu. Cumhuriyet filosu hiper uzaydan çıkalı yaklaşık yirmi dakika olmuştu. Sayıca en az yarı yarıya az kalan ve geldiklerini bilerek hazırlıklı olan bir savunmaya karşı savaşa girişen Cumhuriyet filosunun hiç şansı yoktu. Bastila da savaş meditasyonunu kullanırken, durumları neredeyse umutsuzdu. Saldıranlar şimdi savunmada kalmıştı ve kayıp gittikçe çoğalıyordu. Beyninin bir köşesinde, hala sahip olduğundan haberdar olmadığı paslanmış taktiksel bilgisi canlandı ve Min'e eğer bir şeyler yapmazlarsa bu savaşın bir saatten az bir sürede sona ereceğini söyledi.

Bu gerçekten korkutucuydu. Min gözlerinin önündeki savaşa baktı; manevralar ve kontratakları tanıdığında, bir dizi anlaşılmaz nokta fazlasıyla anlamlı görünüyordu. Tüm ihtimaller gözlerinin önüne serilmişti; yaşayan, nefes alan ve ölen taşlarla oynanan galaktik bir Dejarik oyunu gibiydi.

Projeksiyondan, Bastila'nın savaş meditasyonundan kaynaklanması gereken etkileri dehşet içinde izledi. Cumhuriyet filosu sınırlarda yıpranmaya başlamıştı. Şimdiden karmaşaya düşmeye başlayan Cumhuriyet safları zamanından önce birbirinden kopmaya başlamıştı ve arada sırada uçaklardan biri öyle aptalca şeyler yapıyordu ki, her seferinde Sith'in doğrudan hedefi oluyordu. Sith'inkilere kıyasla Cumhuriyet'in gemileri mıymıntı ve ağırdı; tepki verme süreleri çok uzundu ve bu da bir katliama neden oluyordu.

Kom'dan Carth'ın gergin sesi duyuldu. "Az önce Amiral Dodonna'yla konuştum. Jedi'lar Bastila'yı durdurmak için gruplar gönderiyormuş ve bizim yardımımızı istiyorlar. Gemiyi oraya indirmeye çalışacağım. Emniyet kemerlerinizi takın, sarsıcı bir yolculuk olacak."

Min, Mission ve Canderous'un botlarının, taretlere doğru koşarken geminin güvertesinde çıkardığı sesi duydu. İnanılmaz endişeli görünen Juhani'nin yanına otururken sessizce kemerleri bağladı ve Carth'ın onu eve götürmesini beklemeye başladı.


Carth derin bir nefes aldı ve Ebon Hawk'u zarif bir biçimde yana yatırarak Yıldız Yaratıcısı'na yönlendirdi. Jolee yardımcı pilot koltuğunda oturmuş nükte yaparken bir yandan da gelen verileri okuyordu. Herkesi savaş alanından geçirip hedefe ulaştırmaya çalışırken yaşlı Jedi'ın sözlerini zar zor duyabiliyordu çünkü dikkat dağıtıcı her şeyi dışarıda bırakıp, ilgi merkezi bir tür tünel görüşüyle sınırlanırken, kontrolü reflekslerinin devraldığını hissedebiliyordu. Savaşın ortasında, gemiye bir dizi şık salto ve taklalarla yön verirken, Ebon Hawk'un sınırlarını zorluyordu. Dalaşan yıldızsavaşçılarını, büyük Sith savaş kruvazörlerini geçtikten sonra, Yıldız Yaratıcısı tüm ihtişamıyla karşılarındaydı.

Ama neredeyse başaramıyorlardı. Yaklaştıklarında Carth, zihninde onu yavaşlatan garip bir uyuşma hissetmişti ve birkaç saniye boyunca sanki suyun altında, yüzeye ulaşmaya çalışıyormuş gibiydi. Bunun Bastila'nın savaş meditasyonunun bir etkisi olduğunu fark ederek tam zamanında üzerinden silkip atmış ve kendilerine birkaç metre yaklaşmış bir Cumhuriyet savaşçısıyla çarpışmalarını önlemişti. Savaşçı onlar kadar şanslı değildi; yanlarından hızla dikine uçarak geçmiş ve bir Cumhuriyet fırkateynine karina ederek çarpmıştı.

"Jolee, bize inecek bir yer lazım."

"Üzerinde çalışıyorum oğlum," şeklinde geldi kısa cevap. "Eteklerini tutuşturmanın lüzumu yok."

Carth'ın durup, eteklerinin tutuşmasının oldukça lüzumlu olduğunu çünkü Yıldız Yaratıcısı'nın savunma iyon toplarının şimdi Ebon Hawk'u hedef alarak kilitlenmiş olduğunu Jolee'ye anlatacak vakti yoktu. Toplar ateş etmeye başladığı anda Carth, Ebon Hawk'u kendi ekseninde tam bir devir yapmaya zorlayarak, bir Sith savaşçısının arkasına kaçırdı. Savaşçı buhar olmuştu ama iyon infilakından geriye kalan fazlalık enerji onları da şiddetle vurarak liman tarafı kalkanlarının neredeyse tamamen devre dışı kalmasına sebep oldu. Hem bu, hem de Sith savaşçılarından yedikleri darbeler düşünülecek olursa, Carth fazla zamanları kalmadığını biliyordu.

Neyse ki Jolee sonunda inebilecekleri bir yer buldu. Bir grup Jedi çoktan Yıldız Yaratıcısı'na inmeyi başarmış ve limanlardan birinin kontrolünü ele geçirmişlerdi. Cumhuriyet komutası, tüm inişleri bu limana yönlendiriyordu. Sonunda iniş yapabileceği bir yer bulmuş olmaktan dolayı rahatlamış bir halde, Carth tüm mürettebatı tek parça halinde hedefe ulaştırmaya odaklandı.


Ebon Hawk'un dokuz kişilik mürettebatı salonda toplanmış, zırhlarını giymek ve gerekli eşyalarını toplamakla meşguldüler. Canderous kılıçlarını sırtına yerleştirdi ve seri blaster'ını omzuna attı. Juhani'ye dönerek el bombası dolu bir çanta uzattı. Juhani'nin gözleri önce açıldı, sonra kısıldı ama çantayı aldı.

"Teşekkürler," dedi ihtiyatla ama minnettar olmadığı da söylenemezdi.

"Sana bir blaster vermektense bunun daha iyi olacağını düşündüm." Sırıtarak ilave etti. "Herkes için daha güvenli olur."

Juhani sivri dişlerini göstererek hafifçe güldü ve çantayı omzuna attı. "Sanırım haklı olabilirsin."

Çelik gibi gri gözler, parlak sarı olanlarla karşılaştı. "Sen iyi bir savaşçısın Juhani. Senin yanında savaşmak bir onurdu." Canderous elini uzattı. Juhani bir anlık tereddütten sonra başını salladı ve uzatılan eli kabul etti.

Juhani bir şey söylemek için ağzını açtı ama söyleyemeden Min konuştu. "Tamam, herkes dinlesin." Herkes sustu ve dikkatini ona verdi. Yorgun ve korkunç görünüyordu ve gözlerinin altı da mosmor halkalarla doluydu ama Canderous onun şu anda tamamen göreve odaklanmış olduğunu görebiliyordu. Geminin dışından gelen blaster ateşini duyabiliyordu ve kanının daha hızlı akmaya başladığını hissetti. "Juhani. HK, Mission ve Zaalbar'ı al ve bu limanı elinden geldiğince uzun süre koru. Eğer baş edemeyecek duruma gelirseniz, ayrıl. Geri kalanlar benimle geliyor."

Mission itiraz etti. "Ama peki ya siz çocuklar?"

"Biz Yıldız Yaratıcısı'ndan çıkmak için başka bir yol buluruz." Mission'un itirazını, Carth'ın Leviathan'da kendisi üzerinde uyguladığı mantığı kullanarak kısa kesti. "Eğer ölürseniz, bize yardımınız olmaz. Söylediğimi yapın. Tamam mı?"

Mission ekşi bir şey yutmuş gibi görünüyordu ama başını salladı. Juhani araya girdi. "Dediğin gibi yapacağız."

Başını sallarken, Min Juhani'ye minnetle baktı. "Güzel. Teşekkür ederim."

Canderous rampadan inerek diğerlerini düşman ateşine doğru takip etti ve hayatının savaşına katıldı.


Yıldız Yaratıcısı'nın içinde kendilerine savaşarak yol açarken, Min hem Bastila hem de Malak'ın kendisini şiddetle çeken varlıklarını hissedebiliyordu. Dördü ve küçük astromekanik droidleri kendilerine karşı gelenleri kıyımdan geçiriyordu; Min ve Jolee önde ışın kılıçlarıyla ilerlerken, Canderous ve Carth arkalarından blaster'larıyla destek oluyorlardı. Dalga ardına dalga gibi üstlerine gelen Karanlık Jedi'lar, savaş droidleri ve Sith muhafızlarını biçerek en sonunda komuta merkezine ulaştıklarında, arkalarında bıraktıkları kırık mekanik parçalar ve cesetler bir geminin suda bıraktığı iz gibiydi. Yollarına çıkan her kilitli kapıyı açmak için T3'ü kullanmışlardı.

Ayaklarının dibinde duman çıkararak yatan savaş droidlerinin üzerinden atlayarak Min kapıyı açtı ve bilgisayarların başındaki Sith teknisyenlerinin şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Bastila, devam etmekte olan savaşı gösteren üç boyutlu devasa holovidin altında, elleri ve bacakları meditasyon pozisyonunu almış vaziyette geniş odanın ortasında oturuyordu. Hızlı bir bakış attığında, Min savaşın sadece daha da kötüye gitmiş olduğunu gördü.

Blaster ateşi odayı aydınlattı ve Min gelen ışınları sahiplerine geri yansıtmak için ışın kılıcını kullandı. Jolee zihniyle, çoktan başlarını acı içinde iki ellerinin arasına almaya başlayan teknisyenlerin beynini Güç'ü kullanarak sakatlamak üzere duraksadığında, Carth ve Canderous da kalanlara ateş açmışlardı. Adamlar asker değil, uzmandı ve kısa sürede kolaylıkla alt edilmişlerdi. Savaşın başından sonuna kadar Bastila derin meditasyonundan başını kaldırıp bakmamış ve kendini savunmasız bırakmıştı. Şu anda da dizlerinin üzerinde oturmuş, savaş meditasyonuna devam ediyordu.

T3 şimdi boş kalan bilgisayarlara yöneldiğinde, Min diğer üç adama yerinde kalmalarını belirtmek amacıyla elini kaldırdı. Işın kılıçlarını kapattı, beline taktı ve sessizce yaklaşmaya başladı. Bastila'nın önünde, soğuk zeminde diz çöktü. Gözleri aynı hizaya geldiğinde, zihinsel savunmalarını tamamen kaldırdı.

Tedirgin bir şekilde elini uzatarak yavaşça Bastila'nın omzunu sarstı ve genç Jedi derin hipnozdan çıkarken gözleri telaşla etrafına bakındı. Bastila'nın yüzü duygudan yoksundu ama odadaki katliamı gördüğünde Min, karşısındaki kadının gözlerindeki karmaşayı görebiliyordu.

Kısık bir sesle konuştu. "Revan. Demek geldin."

"Seni onunla bırakamazdım."

"Beni öldürecek misin?"

"Hayır." Bastila'nın eline dokundu. "Seni eve götüreceğim."

Bastila sanki bir canı yanmış gibi geriye sıçradı ve muhteşem siması karanlıkla gölgelendi. "Seni öldüreceğim," diyerek hırladı. "Seni öldürmek için Yıldız Yaratıcısı'nın gücünü kullanacağım."

Min başını iki yana salladı. "Hayır Bastila, bunu yapmayacaksın. Beni öldürebileceğine inanmıyorum." Bastila'nın içindeki kargaşayı hissedebiliyordu. Karanlığın orada bir yılan gibi kıvrıldığını sezebilse de, geride sağlam bir miktar insanlık da kalmıştı.

Bastila ölümcül bir zarafetle ayağa kalktı ve ışın kılıcını çıkardı, kırmızı bıçakların ışıltısı soğuk, karanlık odayı aydınlattı. Min hareket etmedi; arkasından gelen itişme seslerini duyarken, Bastila'nın önünde diz çökmüş vaziyette oturmaya devam etti. Arkasında kaldıkları için göremiyor olsa da, Carth'ın karşı çıkan haykırışını duyabiliyordu ve Jolee'nin onun çevresinde derhal bir hareketsizlik alanı ördüğünü hissetti. Min onlara aldırmayarak Bastila'ya odaklanmaya devam etti.

"Kılıcımı sana karşı kaldırmayacağım, Bastila."

"Neden?" diye sordu Bastila, ışın kılıcını Min'in korunmasız boynunun ancak birkaç milimetre uzağında tutarken. "Ne arkadaşız ne de yoldaş. Kim olduğun konusunda sana yalan söyledim ve kimliğini senden sakladım. Neden hayatını bu şekilde riske atasın? Benden hoşlanmıyorsun bile!"

Min doğruları söyledi. "Haklısın. Arkadaş değiliz ve bu tamamen benim suçum. Sadece seni öldüremem, Bastila. Mecbur olmadığın halde iki defa hayatımı kurtardın. Ben sana kızgınken bile beni korumaya çalıştın. Ben kendimi koruyamazken sen beni Malak'a karşı korudun." Min o andan beri her gün bu konuda kendi kendini yiyip bitirmişti. Eğer Leviathan'da kendini bırakıp, Malak tarafından öldürülmeyi istemeseydi, Bastila'nın araya girmek için hiçbir sebebi olmayacaktı. "Burada olman benim hatam ve sana çok şey borçluyum."

"Çok tehlikeli bir oyun oynuyorsun, Revan. Işın kılıcımın tek bir darbesiyle hayatını sonlandırıp, Malak'ın onayını kazanabilirim."

"Yapabilirsin. Ya da bu yoldan dönmeye karar verebilirsin. Bırak nefretin gitsin, Bastila."

İçten içe verdiği savaşım yüzüne yansıdığında Bastila'nın sesi çatladı. "Çok geç. Artık içimde çok fazla öfke var. Çok fazla nefret ve korku. İhanetimi telafi edecek bir yol göremiyorum."

"Ben de kendi yaptıklarımı telafi edebileceğim hiçbir yol göremiyorum, Bastila. Ama bunun da bir yol olmadığını biliyorum. Cevap bu değil. Benimle gel Bastila, birlikte bir yolunu bulalım."

Birbirlerine bakarken, Min Bastila'nın yüzündeki karmaşayı görebiliyordu. Gazap, korku, kararsızlık, üzüntü, suçluluk ve umut birbiriyle çarpışıyordu. Min hangisinin kazanacağını merak ederek nefesini tuttu.

"Ben…" Bastila ışın kılıcını kapattı ve yere düşürdü.

Min eline geçen fırsatı sonuna kadar kullandı. "Nereden başlayabileceğimizi biliyorum." Bastila'nın umutsuz ve sorarcasına bakışları üzerine açıkladı. "Savaş meditasyonunu Cumhuriyet filosunun yararına kullanarak. Yardımımıza ihtiyaçları var, Bastila. Gittikçe zayıflıyorlar ama sanırım birlikte onları durdurabiliriz."

"Nasıl?"

"Bağ üzerinden güçlerimizi birleştirerek. Yeterli olur mu bilmiyorum ama en azından deneyebiliriz."

Min elini uzattı; Bastila tutarak tekrar dizlerinin üzerine çöktü. Bastila zihnini açtı ve Min'in girmesine izin verdi. İlk defa bağı ikisi birden gönüllü olarak kullanıyorlardı. Güç aralarında akmaya başladığında, Min'in aklına bir fikir geldi.

İş başına.


Carth'ı çevreleyen hareketsizlik gücü ortadan kalktığı anda, sinirden kudurmuş bir halde Jolee'ye döndü.

"Bunu neden yaptın?"

"Araya girebilirdin." Jolee çileden çıkarıcı bir sükunetle söylemişti. "Bu kendi başına yapması gereken bir şeydi."

"Öldürülebilirdi!"

"Evet. Bunun fazlasıyla farkındayım. Ama bu riski almak kendi seçimiydi."

"Hey!" diye bağırdı Canderous ikisinin de sözünü keserek. "Şu anda Yıldız Yaratıcısı'nın komuta merkezinin göbeğindeyiz. İkinizin yaşlı kadınlar gibi kafa şişirmekten başka yapacak daha yararlı bir şeyiniz yok mu?"

Carth, Canderous'un haklı olduğunu fark ederek sinirlerini yatıştırmaya çalıştı. Yaşlı Jedi'a son bir kez ters ters baktıktan sonra T3'ün kaydettiği ilerlemeye bir göz atmaya gitti, bu arada Jolee ve Canderous da işlerine burnunu sokmak üzere ortaya çıkabilecek muhafızlar için kapıda nöbet tutuyorlardı. Sonraki on dakikada, droid iletişim ağlarını sabote edip Yıldız Yaratıcısı'nın savunma sistemlerinin çoğunu devre dışı bırakırken duyulan tek ses bilgisayarların uğultusuydu. Droid sistemlere eriştiği anda, Carth Cumhuriyet filosuna saldıran büyük ve tahripkar iyon toplarını bu saldırıya karşı hiçbir hazırlığı olmayan Sith filosuna doğru çevirdi.

Çalışırken, hala derin bir meditasyonda olan ve dizlerinin üzerinde oturan Min ve Bastila'ya bir anlığına göz attı. O sırada üstlerindeki dev üç boyutlu harita dikkatini çekti ve Carth ekranda olanları izleyebilmek için yapmakta olduğu işi bıraktı. Çalışmalarının üzerinden birkaç dakika geçmiş olmasına rağmen, savaş alanının kaderi mucizevi bir şekilde değişmişti. Carth gözlerine inanamıyordu. Cumhuriyet kazanıyordu.

Büyülenmiş bir şekilde gözlerinin önündeki savaşı izledi. Cumhuriyet'in hizmetinde geçirdiği yirmi küsur yılda, buna benzer hiçbir şey görmemişti. Canderous da kendisi gibi her şeyi bırakmış, ekrana bakıyordu. Mandaloryalı'nın gözleri Carth'la buluştu ve iki adam da neler olduğunu biliyordu.

İlk söyleyen Canderous oldu. "Revan. Bunu o yapıyor olmalı."

"Evet." Carth'ın sesi bir fısıltıdan yüksek değildi.

Sith filosunun safları tam bir karmaşa içindeydi. Carth daha önce Bastila'nın savaş meditasyonunun etkilerini görmüştü ve bu bile kendi başına fazlasıyla büyüleyici bir güçtü. Ama genç Jedi'ın bu kadar etkili bir şekilde bu yeteneğini kullandığını hiç görmemişti. Cumhuriyet gemileri keskin ve uyumlu bir bütün halinde çalışırken, Sith filosu'nun tepki vermesi çok zaman alıyordu. Bu savaş meditasyonunun doğal bir etkisi olsa da, bu sefer bu gücü idare eden zekanın taktiksel bilgiye sahip olduğu aşikardı. Min, Carth'ın iyon toplarıyla sebep olduğu karmaşayı sonuna kadar kullanmış ve Sith savunmasında büyük açıklıklar yaratmıştı.

Carth iki taraftan da saldırıya uğrarken tam bir panik içine düşmüş Sith filosunun parçalanmaya başladığını görüyordu. Min şimdi ölümcül ve amansız bir kesinlikle saldıran Cumhuriyet birliklerini iyice sıkılaştırmıştı. Sith filosu toparlanmaya çalışıyordu ama yeterince hasar almıştı; birkaç dakika sonra Sith'in süratle geri çekileceği ortadaydı.

Bastila ve Min az sonra derin meditasyondan çıkmaya başladı ve Bastila öne doğru yığıldı. Min onu yakaladı ve kucağına çekti.

"Çok iyi bir iş çıkardın, Bastila," dedi genç Jedi'ın terden ıslanmış saçlarını okşarken. Bastila zayıfça başını salladı ve şuurunu kaybetti. Carth Bastila'yı kucağına aldı ve Min titreyen bacaklarının üzerinde doğruldu.

"Artık gitmeliyiz," dedi Canderous seri silahını yüklenip omzuna atarken.

Carth başını salladı. "T3 Yıldız Yaratıcısı'nın çevresindeki jeneratörleri devre dışı bıraktı. Cumhuriyet orduları bunu fark ettiğinde, onları hedef alarak ateş açacaktır. Bu da istasyonun çökerek aşağıdaki güneşe çarpmasını sağlayacak."

Canderous, Jolee ve T3 onu takip ederken, Carth Bastila'yı cesetlerle dolu koridora doğru taşıdı. Arkasına dönüp baktığında, Min'in kapı girişinde durduğunu gördü.

Yüzündeki ifade Carth'ın göğsünü sıkıştırdı. Min'in ne yapacağını biliyordu.

Geri geri yürürken Min'in gözlerindeki sessiz özrü gördü. Kapı önünde kapandı.


Min kapıdaki kontrol paneline dokunarak, içindeki devreye odaklandı ve zihniyle devre dışı bıraktı. Metal ara yüz kıvılcımlar saçarken, onarılamayacak kadar hasar görmüştü.

Üzgünüm, Carth.

Bitkin Jedi sezilerini takip ederek, diğer kapıya yöneldi ve Malak'ı bulmak üzere içeri girdi.


"Kahretsin!"

Carth kapıya kapanmadan önce ulaşmaya çalışırken neredeyse Bastila'yı düşürüyordu. Bastila'yı nazikçe yere bıraktı ve kapıya koştu. Ama kilitteki kıvılcımları görünce durdu. "Tahmin etmeliydim!"

Birkaç saniye sakinleşip, Min'in yarattığı bu rezaletten bir çıkış yolu düşünebilmek için duraksadı. Malak'ın peşinden gittiğini biliyordu, tek ihtiyacı olan oraya giden başka bir yol bulmaktı. Ölmesine izin vermeyecekti.

Carth Canderous'a baktı. "Bastila'yı gemiye götür. T3, sen benimle gel," diye bağırırken koridorda koşmaya başlamıştı. Arkasında Jolee ve Canderous'un bir şeyler konuştuğunu duydu; bir dakika sonra Jolee ona yetişmişti. "Yanlış yoldan gidiyorsun, oğlum. Onları hissedebiliyorum. Beni izle."


Min büyük kapıların önünde durdu ve zayıflayan gücünü tekrar topladı. Bastila'ya savaş meditasyonunda katılmak gücünü neredeyse tüketmişti ama işin ağır kısmını yüklenen Bastila kadar değil. Hem meditasyon hem de Yıldız Yaratıcısı'nın koridorlarında giriştiği savaşlar sonuncunda, gücünün neredeyse sonuna gelmişti. Ama öyle ya da böyle, bu işi bitirmek zorundaydı.

Onun kapının ardındaki alev alev yanan varlığını hissedebiliyordu. Onunla karşılaştığında ne yapacağını bilmiyordu ama tek bildiği karşılaşması gerektiğiydi.

Derin bir nefes alarak Min kapıyı açtı. Yıldız Yaratıcısı'nın kalbi inanılmaz büyüklükteydi; devasa gözlem camlarıyla çevrili açık alan iki kattan oluşuyordu. Malak sırtı dönük bir vaziyette pencerelerin önünde durmuş, filosunun yok edilişini izliyordu. Min içeriye doğru bir adım attı ve yaklaşmaya başladı; merdivenleri çıkıp korkunç işkence görmüş bedenleri muhafaza eden yeşil tankların arasından geçtikten sonra Malak'a birkaç metre kalana kadar ilerledi.

Malak arkasını dönmeden konuştu; yapay bariton sesi soğuk ve sertti. "Aferin Revan. Yıldız Yaratıcısı'nın savunma sistemlerinin seni yok edeceğinden emindim ama görüyorum ki, eski benliğini tahmin ettiğimden çok daha iyi korumuşsun. Seni küçümsememeliydim." Döndü ve gözlerini Min'in üzerinde gezdirdi. Sevecen ela gözler, şimdi gaddar bir kırmızıya dönmüştü. "Sağlamlığını kanıtladın. Tüm çabalarıma rağmen kader seni hayatta tutmak için çok uğraştı."

Onun anormal derecede beyaz tenine ve şimdi nefretle bozulmuş bir zamanlar yakışıklı olan yüzüne bakarken, Min'in yüreği burkuldu. Gözleri bir zamanlar çenesinin olduğu yerde duran metal plakaya takıldı.

Eğer mümkün olsaydı, Malak'ın dudaklarının şimdi şeytani bir şekilde kıvrılacağından emindi. "Ah, demek hatırlıyorsun," dedi Malak.

"Sadece küçük parçalar."

"Bana bunu yaptığını da hatırlıyor musun?" kocaman elini metal çenesinde gezdirdi.

Suçluluk duygusu Min'i şimdi esir almıştı. "Evet."

"Benimle nasıl alay ettiğini hatırlıyor musun? Zalimlikte çok iyiydin, Revan. Bir an senin en iyi arkadaşın ve sevgilinken, az sonra beceriksiz çırağındım. Her gün duygularımla oynarken bazen sıcak bazen buz gibiydin, ta ki tüm filonun önünde beni küçük düşürene kadar."

"Mal, ben-"

"Sen ne? Üzgün müsün?" Sesi soğuk ve küçümseyiciydi. "Üzülme. Aptal olan bendim. Hatta bana iyilik ettiğin bile söylenebilir. O zaman bile seni çok seviyordum. Ama bu, sana karşı hissettiğim en ufak bir sevgi parçasını bile yok etti." Bu inkar edilemez bir gerçekti. Min kendisine yöneltilmiş derin ve köpürdeyen bir nefretten başka bir şey hissedemiyordu. Min için bir zamanlar hissettiği duygulardan eser bile kalmamıştı. "Bu beni özgürleştirdi. Ve şimdi tüm bunları sona erdirmenin vakti geldi." Işın kılıcını çıkardı, neredeyse karanlık olan odada kırmızı bıçak parıldadı.

Min ne diyeceğini bilemiyordu. Ondan yayılan karanlığı hissedebiliyordu ve Bastila'nın aksine, Malak'ta en ufak bir aydınlık veya insanlık kırıntısı kalmamıştı. Soğuk ve öfkeli bir kabuktan ibaretti; hatıralarındaki sevgi dolu adamdan eser kalmamıştı.

Min yine de denedi. "Bunu yapmak zorunda değiliz. Çoktan kaybettin, Mal. Dışarıya bak. Her şey bitti."

"Peki ne yapayım? Konsey'e mi gideyim? Aydınlığa mı döneyim?" Bileğinin ufak bir hareketiyle parlak ışıltısı eline yansıyan tek, ince bıçak zarif bir şekilde döndü. "Hayır, Revan. Bu sefer yüzleşmemiz ancak ölümle sonuçlanabilir… senin ya da benim."

Malak ışın kılıcını kaldırdı ve Min kendini vahşi saldırıya hazırladı.


Carth ve Jolee, Yıldız Yaratıcısı'nın kaos ve curcuna içindeki koridorlarında hızla koşturdular. Savaşın kaybedildiğini anlayan kalan Sith'ler, oradan tüyme dalaşı içindeydiler. İkili fazla bir direnmeyle karşılaşmadı; çoğu onlara aldırmayarak hayatta kalmaya odaklanmıştı.

Diğerlerinin kopyası olan bir başka koridora girdiklerinde Carth ciddi olarak Jolee'nin hangi cehenneme gittiklerini biliyor olduğunu umuyordu. Bileğindeki kom öttü.

"Carth!" Konuşan Mission'dı.

"Evet?"

"Cumhuriyet komutasından bir ileti alıyoruz. Burayı derhal boşaltmamızı söylüyorlar. Yıldız Yaratıcısı'nın jeneratörlerine ateş açmaya başlayacaklarmış."

Kahretsin!

"Canderous ve Bastila oraya ulaştı mı?"

"Hayır."

Carth Jolee'ye baktı. Yaşlı adam hafifçe başını salladı. "Oraya ulaştıklarında, Ebon Hawk'u al ve ayrıl."

"Ama-"

"Bizi merak etme. Buradan çıkmak için başka bir yol buluruz." Mission daha fazla tartışamadan Carth hattı kesti.

Onlara sonsuz gibi gelen ama büyük ihtimalle bir dakikadan az bir sürede, koridorun sonundaki kapıya ulaştılar. Kapı, Yıldız Yaratıcısı'nın kalbine yukardan bakan bir gözlem odasına açılıyordu. Carth aşağıya baktı ve buz kesildi. Min ve Malak yerden yüksekçe metal bir iskelede düello yapıyordu ve o kadar hızlı hareket ediyorlardı ki, Carth'ın neler olduğunu anlamasına imkan yoktu.

Odanın sonundaki kapıya koştu ama kilitliydi. T3 şakıyarak en yakın duvardaki ara yüze doğru tekerleklerinin üzerinde kayarak ilerlerken, Carth ve Jolee çaresiz bir halde aşağıdaki düelloyu izliyordu.


Malak'ın saldırısı vahşi ve zalimdi, ışın kılıcı karşısında sadece kırmızı bir bulanıklık olarak uğuldarken, Min'in tek yapabildiği savunmada kalmaktı. Yıldız Yaratıcısı'nın karanlık gücünün Malak'a doğru aktığını hissedebiliyordu ve Malak'ın gücü neredeyse kör ediciydi. Malak üzerine geldikçe yoruluyor ve kolları ve bacakları gittikçe ağırlaşıyordu.

"Hala o aptal düello tarzını kullanıyorsun demek, anlıyorum." Malak güldüğünde berbat bir ses çıkardı, keyif ya da neşeden eser yoktu. "Kazanamazsın. Bildiğin her şeyi sana ben öğrettim."

Malak'ı ışın kılıçlarıyla yenemeyeceğinin farkına vararak, Min tüm gücüyle bir dizi Güç dalgası gönderdi. Malak pek çoğunu zihniyle engellese de birkaç adım geriye uçmuş ve Min'e biraz soluklanacak zaman vermişti. Dikkatinin dağılmasını fırsat bilerek, Min ışın kılıçlarından birini ona fırlattı ve altın renkli bıçak ölümcül bir şekilde havayı döverek ilerledi. Malak başının kesilmesinden son anda yana kaçarak kurtuldu ama kılıç zırhını delip omzunu yaktığında acıyla bağırdı. Sendeleyerek geriledi ve iskelenin tırabzanına tutunarak destek aldı.

Min eline geçen fırsatı gördü ve bunu kullandı. Bütün gücüyle iterek bir Güç dalgası gönderdi ve Malak tırabzanın üzerinden uçarak, korkunç bir çatırtıyla yere çarptı. Min ışın kılıcını eline çağırdı, tırabzana doğru yürüdü ve aşağıya baktı. Malak yerde garip bir açıyla yatıyordu, bel kemiği kırılmış gibi görünüyordu ama acı çekmiyordu. Min'e baktı ve güldü.

Malak'ın Güç'ü yönlendirdiğini, bedenleri muhafaza eden tanklardan birinden içine çektiği karanlık enerjiyi kırılan kemiklerinin kaynaması için kullandığını hissedebiliyordu. Birkaç saniye içinde, Malak ayaktaydı.

"Beni hayrete düşürmeye devam ediyorsun, Revan. Eğer Yıldız Yaratıcısı'nın gerçek gücünü açığa çıkaran sen olsaydın, gerçekten yenilmez olabilirdin. Ama aptaldın. Tek gördüğün devasa bir fabrikaydı; tek düşlediğin Cumhuriyet'in üzerine salacağın sonsuz filoydu. Kördün, Revan - kör ve aptal! Yıldız Yaratıcısı sadece bir uzay istasyonu olmaktan çok daha fazlası. Bir açıdan, yaşayan bir yaratık gibi. Acıkıyor. Ve hepimizin içindeki karanlık güçle besleniyor!"

"Etrafına bak, Revan. Bedenleri görüyor musun?" Eliyle parıldayan tankları işaret etti. "Onları Akademi'den tanıyor olmalısın. Onlar Dantooine'e saldırdığımda düşen Jedi'lar. Her açıdan ölüler, bir tek şey hariç: öldükten sonra Güç'e karışmalarına izin vermedim. Onları buraya getirdim. Yıldız Yaratıcısı güçlerinden geriye kalanı yozlaştırıyor ve karanlık zehri bana aktarıyor!" Min elinde olmadan titredi; bundan daha kötü bir kader düşünemiyordu. "Beni yenemezsin, Revan. Burada, Yıldız Yaratıcısı'nda değil. Tüm bu Jedi'ların gücüyle beslenirken değil! Ve yenildiğinde, sana da aynısını yapacağım. Yaşam ve ölüm arasındaki korkunç boşlukta hapsolacaksın ve ben galaksiyi fethederken senin gücünle besleneceğim!"

Min'in kafası deli gibi işliyordu. Malak bu tanklardan beslendiği sürece gerçekten durdurulamazdı. Bir plan yapmaya çalışırken, Malak sıçradı ve iskelede tam önünde dikildi.


Carth ellerini soğuk cama yapıştırmış, Malak Min'in hamlelerini defederek tamamen savunmada bırakıp, geri çekilecek hiçbir yerin kalmadığı karşı duvara kadar geri püskürtüp kapana kıstırırken, eli kolu bağlı halde duruyordu. Kuvvetle indirdiği darbe Min'in zırhını delerek etini yakarken, sağ uyluğunu sıyırdı. Min yere düşüp Malak son darbeyi indirmek üzere harekete geçerken, Carth dehşet içinde donakalmıştı.
Malak başında durup kılıcını kaldırdığında, Min sadece içgüdüleriyle harekete geçti; Güç'ü Malak'ın boynuna sardı ve tüm gücüyle sıkmaya başladı. Malak ışın kılıcını düşürdü ve elleri içgüdüsel olarak boğazına gitti. Malak odaklanıp, serbest kalmaya çalıştığında iradeleri çarpıştı. Min boğazına uyguladığı gücü bırakıp Malak'ı kaldırdı ve birkaç saniye boyunca havada tuttuktan sonra en yakındaki cam tanka bütün gücüyle fırlattı. Malak şiddetle cama çarptı ve kan içinde kaldı ama yere düştüğünde hale hayattaydı. Min onun tekrar uzanıp, ölü Jedi'lardan enerji çekmeye çalıştığını hissedebiliyordu. Onu durdurmak için gözlerini kapatarak içinde kalan son damla gücü çağırdı.

Min yıldırımı çağırdığında ortamdaki havanın yüklendiğini ve kendi saçlarının da elektriklendiğini hissedebiliyordu. Devasa bir zincirleme elektrik dalgası oluştu ve mavi-yeşil tanklardan hızla geçerek aşırı yükledi. Tanklardan bir kıvılcım fırtınası yağıp devreleri patlatarak infilak ederken, dünya akkora dönmüştü. Tankın dibinde karnını deşmiş sivri ve kan içindeki bir cam parçasıyla yatan Malak, Min'in serbest bıraktığı elektrik, tankı parçalayıp onun ıslak vücuduna ulaştığında, maruz kaldığı şokla şiddetle sarsılmaya başladı.

Yürümeye bile gücü kalmayan Min, Malak'a ulaşmak için cam parçaları ve kanların arasında sürünmeye başladı. Yerler Malak'ın kanıyla göle dönerken, bedeninin çevresinde küçük elektrik kıvılcımları dalgalanıyordu. Şaşırtıcı bir şekilde, güçbela da olsa hala hayattaydı. Min Malak'ın yanına çömelip ona doğru eğildiğinde, yaşam gücünün kayıp gitmek üzere olduğunu hissedebiliyordu.

Konuşmaya çalışırken, eliyle kan içindeki karnını sıkıca kavramıştı. "Mümkün değil. Ben… Ben yenilemem. Ben Karanlık Sith Lorduyum."

Min Malak'ın yüzüne dokunduğunda ağlıyordu. "Çok üzgünüm, Mal."

Sonraki sözleri Min'in yüreğini dağladı. "Merak etmeden yapamıyorum, Revan. Senin yerinde ben olsaydım neler olurdu? Kader Jedi'ların senin yerine beni yakalamasına karar verseydi? Senin yaptığın gibi, ben de aydınlığa dönebilir miydim?"

"Keşke öyle olsaydı," dedi Min gözyaşlarının arasından. "Seninle yer değiştirmek için her şeyimi verirdim."

"Ben daima seni takip ettim. Eğer baştan beni karanlık tarafa yönlendirmeseydin, nasıl bir kader beni bekleyecekti?"

Min çaresizce son bir defa denedi. "Beni bir kez daha takip et, Mal. Aydınlığa."

"Hayır. Artık çok geç." Uzandı ve parmaklarıyla Min'in yanağını okşadı. Min onun kanının yapış yapış ılıklığını yanağında hissedebiliyordu. "Kurtarıcı, fatih, kahraman, hain. Sen bunların hepsisin, Revan… ama yine de bir hiçsin. Sonuçta ne karanlığa ne de aydınlığa aitsin. Sonsuza dek yalnızlığa mahkumsun."

Malak'ın gözleri kaymaya başladığında, Min yaşam enerjisinin sönmekte olduğunu hissetti. Güç'le uzandı ve Bastila'nın daha önce kendisi için yapmış olduğu şeyi yapmaya çalıştı. Malak'ta kalan son yaşam kıvılcımına sarılarak, irade gücüyle ölüme kaymasını engelledi.


T3 kapının açılmasıyla birlikte bir dizi zafer dolu bipleme sesi çıkardı. Carth hızla iskeleden aşağıya koşarken, tüten devre ve yanık et kokusuyla neredeyse boğulacak gibi oldu. Min Malak'ın kan içindeki bedeninin üzerine yığılmış, bir tür trans halindeydi. Soğuk terle kaplı teni solgundu ve nefesi ağır ve düzensizdi. Carth onun ölmekte olduğunu görebiliyordu. Omuzlarından yakaladı ve onu sarstı ama tepki vermiyordu. Carth kendisine yetişmiş olan Jolee'ye baktı ama yaşlı Jedi da en az kendisi kadar şaşkın görünüyordu. Yavaşça Min'i yere yatırdı ve vücudundaki yaralara baktı. Tek görebildiği birkaç blaster yanığı, kırık camların sebep olduğu sıyrıklar ve uyluğundaki ölümcül olmayan ışın kılıcı yarasıydı. Jolee, Carth'ın yanına çömeldi ve birlikte ne yapacaklarını bulmaya çalıştılar.
Min onu hayatta tutmaya çalışırken, Malak'la zihinleri birbirine dokundu. Malak direndi, kendini Min'in zihinsel kontrolünden kurtarabilmek için mücadele etmeye başladı. Min'in iradesinin karşı koyulamayacak kadar güçlü olduğunu fark ettiğinde serbest kalmaya çalışmaktan vazgeçti ve bunun yerine kendi iradesini onun çevresine sararak karanlık ve ölüme onu da beraberinde sürüklemeye başladı. Min kendi hayat gücünün azalmaya başladığını hissedebiliyordu ve Malak'ın kendisini sürüklemesine izin verdi. Beyninin hala işlemekte olan bir parçası onunla gitmenin; Malak'ın kendisini suçluluğun, korkunun ve kederin olmadığı mutlu bir kayıtsızlığa çekmesine izin vermenin kolay olacağını biliyordu. Görevi bitmiş ve Sith yenilmişti. Simsiyah kasvetli derinliklere giden uçurumun kıyısında yürürken, bir seçim yapması gerektiğini biliyordu.

Seç, Revan. Öl ya da yaşa. Ölüm ya da yaşam.

Ve sonra Carth'ın varlığını hissetti. Endişeli ve korkmuştu ama güçlüydü; Min onu bu şekilde bırakamayacağını biliyordu. Min hayatı seçti ve kendisi yaşama tekrar sarılırken Malak'ın sessizce karanlığa doğru kaymasına izin verdi.


Min'in gözleri titrekçe açıldığında Carth, içinin rahatlamasından neredeyse bayılacaktı.

"Merhaba güzelim," dedi boğulurcasına ve Min'i sıkıca kucakladı. "Ödümü kopardın."

Uzaktan gelen patlama seslerini duyabiliyor ve harekete geçmeleri gerektiğini biliyordu. Min'in kalkmasına yardım etti ve tam yol göstermek üzere yürümeye başlamıştı ki, Min durdu ve Malak'ın cesedine baktı.

"Onu burada bırakamayız."

"Min, hemen buradan çıkmalıyız."

"Lütfen Carth, onu burada bırakamam. Bu kadarını ona borçluyum."

Tam tersine inanıyor olsa da Min'in yalvaran bakışlarına boyun eğdi. Carth Malak'ı kaldırıp iri cüssesi altında sendelerken, Min Jolee'ye yaslandı. Jolee yükünü hafifletmek için bir şeyler yapmış olmalıydı çünkü birkaç saniye sonra o kadar da ağırlığı kalmamıştı.

Son anda oradan çıkabildiler. Defalarca ayrılmaları söylenmesine rağmen hala hangarda beklemekte olan Ebon Hawk'a doğru koştular. Tamamen boş koridorlarda hızla ilerlerken, Cumhuriyet'in Yıldız Yaratıcısı'nın jeneratörlerine açtığı ateşi duyabiliyorlardı. Gergin bir ebediyet sonunda Ebon Hawk'a ulaştılar. Carth kaybedebileceği ancak birkaç kısa dakika kalmışken gemiyi Yıldız Yaratıcısı'ndan çıkardı. Jeneratörler havaya uçtu ve Yıldız Yaratıcısı antik teknolojiyi yok ederek, altındaki güneşe doğru parçalandı.

Carth Cumhuriyet bayrak gemisine rapor vermek istedi ama Min önce Rakatan gezegenine dönmekte diretti. Tüm mürettebat yara bere içinde ve bitkin olmasına rağmen razı oldu.

Daha önce düştükleri sahile indiler ve droidleri nöbet beklemeleri için gemide bıraktılar. Hala geceydi ve Carth daha birkaç saat önce bu sahilde olduklarına inanamıyordu. Yemin ettiği Mandalorya kan andını tamamlayarak, Min Malak'ın cesedini yaktı.

Hepsi uzun bir süre vakur bir sessizlikle izledi. Sonra Min ve Carth'ı karanlık sahilde baş başa bırakarak sessizce uzaklaştılar. İlk giden Mission olmuştu; genç Twi'lek ağzını kocaman açarak ardı ardına esniyordu. Zaalbar hemen onu takip etmiş, Mission'un rancor'lardan korunması gerektiğini hafifçe kükreyerek bildirmişti. Ardından Juhani, Min'e belli belirsiz bir şekilde selam verdikten sonra karanlıkta kaybolmuş ve Jolee de yaşlı kemiklerinin bugün terbiyesiz gençlerce çok hırpalandığıyla ilgili bir şeyler mırıldanmıştı. Güzel yüzü esrarlı, gözlerini kendisine işkence etmiş adamdan asla ayırmamış Bastila ise yavaşça oradan uzaklaşmadan önce, uzun süre kalmıştı. Sonunda sadece Canderous kalmıştı. Bir sigara yakarak gülümseyip gecenin karanlığında gözden kaybolmadan önce, gözlerini çifte çevirmiş ve onları sert bir şekilde başını sallayarak onurlandırmıştı.

Min Carth'a yaslandı ve Carth sadece tüm bu olanlardan sonra hala hayatta olmalarından dolayı içi rahat ve müteşekkir bir halde ona sımsıkı sarıldı. Bir süre sonra Min konuştu. "Teşekkür ederim."

Carth dönüp, yüzünü inceledi. İyi olduğuna dair bir işaret bulmayı umuyordu. "Ne için?"

Min onun bakışlarını yakaladı, sevgisi gözlerinde parlıyordu. "Benden vazgeçmediğin için. Benden nefret etmediğin için. Sadece… kendin olduğun için."

Carth'ın içini büyük bir umut sardı ve duygularıyla baş etmekte zorlandı. Neler hissettiğini ifade edebilmek için boğuşurken, sonunda ağzından çıkan, "Bir şey değil," oldu.

Min'in dudaklarında zayıf, acılı bir gülümseme belirdi ve gözlerini tekrar sönmekte olan cenaze ateşine çevirdi. Birbirlerinden güç alarak sahilde oturmaya devam ettiler ve beraberce ne getireceği belli olmayan geceye göğüs gerdiler.

SON


Ç/N: Evet, son :) Bu arada, daha önce yazarın bu hikayenin devamı olan (ve göreceli bile olsa mutlu sonla biten hikayeleri hazmetmekte zorlanan benim gibi okuyuculara ilaç gibi gelecek) diğer hikayesini de çevirmeyi tasarladığımdan bahsetmiştim. Bunu gerçekleştirebilmem şu an için fazlasıyla zor çünkü bu hikaye şimdilik askıya alınmış vaziyette ve yazar bu hikayenin özgün halinin bölümlerini bile ancak ayda bir defa yayınlayabilmişti. Yani kısa bir zaman içinde ortaya çıkması pek mümkün olmayan bir durum.

Her zaman olduğu gibi, görüşlerinizi paylaşırsanız büyük mutluluk duyarım. Okuyan herkese tekrar çok teşekkür ediyorum.